Türk devrimi, laiklik ve İslam

Atatürk tarihimizin en büyük ikonoklastı, put kırıcısıdır. Ama laiklik Atatürk'ün kendisini ikonlaştırarak savunulamaz.

Cumhuriyete, demokrasiye, laikliğe ve moderniteye aykırı olan İslam değil, İslam'a bin yıldır musallat olmuş Harici, Hanbeli, Selefi, Eşari doktrinleri ile yoğrulmuş 'irtica'dır. İslam belirli bir devlet şekli önermez, dünyevi egemenliğin icrasına ilişkin evrensel değerleri öne çıkarır.

Cumhuriyetimizin temel niteliklerinden olan laiklik, aynı zamanda Türkiye'nin en derin siyasal kutuplaşmasının kaynağını oluşturuyor. Bu kutuplaşma yine bir rejim bunalımı boyutlarına ulaşıyor. Bu bağlamda laiklik ve karşıtı olarak kabul edilen 'irtica' kavramını hukuki veya siyasi tanımlama çabalarına girmeden, teolojik çerçevede analiz etmek faydalı olabilir. Çünkü toplumların içselleştirdiği teolojik doktrinler zamanla birer kültür koduna dönüşürler. Teoloji ile sosyoloji arasındaki bu gizli bağın tarihteki izlerini sürerek din-devlet-toplum ilişkilerindeki bazı kronikleşmiş açmazlara çare bulabiliriz.

Günümüz radikal İslamcı akımların teolojik kökleri İslam tarihinin ilk mezhebi HariciliğetekfirSelefilik, 14. asır İslam bilgini İbn Teymiyye'nin düşüncesinde kristalleşmiştir. Buna göre asr-ı saadet sonrası Müslümanlık giderek dinden sapmıştır. Yapılması gereken saf İslam'a dönmek, Kuran hükümlerini lafızcı-literalist biçimde okumak ve bunların uygulanmasına direnen 'gevşek' Müslümanlar dahil herkese karşı cihat etmektir. dayanır. Hariciliğin temel doktrini, diğer Müslümanlar arasında 'büyük günah' işleyenleri (aforoz) etmeyi öngörür. Hedef haline gelen bu Müslümanlar onların gözünde 'kâfir' olduklarından, katledilmeleri 'cihat' kabul edilir. Haricilik ile organik bağı olmasa da, bazı benzerlikler içeren

İbn Teymiyye'den Seyyid Kutup'a
Mısırlı Müslüman Kardeşler'in baş teorisyeni Seyyid Kutup (ölm. 1966) işte bu Harici-Selefi damarı güncel bir ideolojik sistem içersine oturtmuştur. Kutup, 'üzerinde şeriatın hüküm sürmediği' bütün toprakların savaş alanı (Dar'ül Harp) olduğunu ve bu topraklardaki 'cahili düzenlere' itaat eden Müslümanların da İslam öncesi dönemdeki putperestler gibi olduklarını iddia etmiştir.

Leninist devrimci şiddet yöntemini İslam'ın Tekfir-Hicret-Cihat kavramları ile birleştiren Kutup, hayatın her ayrıntısını İslam'a göre düzenlemeyi varlık nedeni saymayan tüm rejimleri kategorik olarak tekfir etmiştir. Sonra da bu 'küfür rejimleri' ile onlara itaat eden 'nüfus cüzdanı Müslümanı' toplumdan coğrafi veya manevi anlamda hicreti, yani göçerek ayrılmayı öngörmüştür. Yeterli güce ulaşıldığında da bu rejimlerin cihat ile yıkılmasını savunmuştur. Bu Yeni Selefi ideoloji tüm dünyadaki İslamcı akımları derinden etkilemiştir. Bunun bizdeki yansımalarından biri de Milli Görüş hareketidir.

Radikal ve devrimci olan Harici-Selefi akımın yanı sıra, İslam düşüncesinde gelenekçi ve muhafazakâr damarı temsil eden Eşariliğe de değinmek gerekir. Eşarilik, Müslümanların devlet hayatına Emeviler ile giren saltanatların dünyevi egemenliklerine dinsel meşruiyet sağlamıştır. Bu amaçla kader ve itaat doktrinlerini İslam inanışına bir tür saltanat ideolojisi olarak hâkim kılmıştır. Cumhuriyet'in saltanat ve hilafeti kaldırışıyla beraber 'tahtsız' kalan gelenekçi-saltanatçı Eşari akım, 1960'larda Kutup'un kitaplarının tercümesiyle Türkiye'ye giren Yeni Selefilik ile Cumhuriyet'e karşı bütünleşmiştir. Eşarilik ve Selefilik, özü itibarıyla taban tabana zıt olmalarına rağmen, düşmanın ortak olması bu kaynaşmaya yol açmıştır.

İrtica kavramının soyağacı
İrtica kavramının dinsel soyağacı, laiklik savunmasının da ancak bir teolojik paradigmayla mümkün olacağını göstermektedir. Bu amaçla İslam'ın sosyo-politik boyutu ile Cumhuriyet'in temel ilkeleri arasında varolan simetriyi keşfetmek gerek. İslam düşünce tarihinde akılcı-nakilci, yenilikçi-gelenekçi veya ehli rey-ehli hadis gibi isimlendirmelerle anılan iki karşıt akım vardır. 'Bağımsız akıl yürütenler' şeklinde tercüme edilebilecek ehl-i rey, 8. asırda Kûfe şehrinde müstakil bir ekole dönüşmüştür. Ancak Hz. Ömer'den Fazlur Rahman'a, Endülüs'ten Asya'ya kadar uzanan bu akım İslam düşüncesinin ana damarını teşkil eder.

Atatürk çağdaşlaşmanın kapsamına din düşüncesini de dahil ederken aynı zamanda 19. asır medrese kökenli Osmanlı âlimi Ahmet Cevdet Paşa'nın 'zamanın değişmesi (ezman-ı tegayyür) ile hükümlerin de değişmesi gerektiği' görüşünü yansıtmıştır. Cevdet Paşa da bu ilkeyi 15. asır Hanefi fakihi Celalüddin Devvani'nin içtihadına dayandırıyordu. Devvani'ye göre devlet çağın ihtiyaçlarına göre yasal düzenlemeler yapmalıydı. Büyük fakih Necmeddin et-Tufi (ölm. 716/1316) 'Muamelatta (toplumsal alanda) hükümler maslahata (halkın menfaatlerine) göre belirlenir, bu alanda dinin verileri sadece birer örnektir, tüm zamanları bağlamaz' demiştir. Kadı Abdülcabbar ise (ölm. 415/1025) 'Eğer akıl ile vahiy çatışır gibi bir görünüm ortaya çıkarsa akıl esas alınır, vahyin verileri akla uygun hale getirmek üzere yorumlanır' hükmünü vermiştir. Bu bağlamda Atatürk şöyle diyor: "Özellikle bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla ve halkın menfaatine (maslahata) uygundur, biliniz ki o bizim dinimize de uygundur." Tufi ve Abdülcebbar deyince fetva oluyor da, Atatürk deyince mi küfür oluyor? Dinin toplumsal alana dair hükümlerinde bağlayıcı olanın makasıd-ı şeria yani amaçlar olduğu (örneğin mal güvenliği); vesail ahkâmın, yani bunu gerçekleştirmeye dönük araç hükümlerin (örneğin hırsızın elini kesme) şartlara göre değiştirilebileceği ilkesi ise İbn Şatıbi'nin hukuk teorisinde sistemleşmiştir.

Akılcılar ve gelenekçiler
Aslında Sünni gelenekte Hanefi-Maturidiliğin temsil ettiği akılcı yenilikçilerleŞafi-Eşariliğin temsil ettiği nakilci gelenekçiler arasındaki bu düalite İslam tarihinin ilk dönemlerinde başlamıştır.

Raşit halifelerin ikincisi Hz. Ömer, bazı Kuran ayetlerindeki açık emirleri, 'şartların değiştiği' gerekçesiyle askıya alarak bu mücadeleyi tetiklemiştir. Büyük İmam olarak tarihe geçen Ebu Hanife, Kuran ve Sünnet'in sınırlı sayıda hukuki hüküm içermesi sonucu ortaya çıkan yoruma açık geniş alanda, iyi ve doğrunun akılla bilinebileceğini ve bu bilginin dinen meşru bir hukuk kaynağı (şeri delil) olduğunu vurgulayan istishan kavramını kullanmıştır.

İslam tarihinin en büyük kelamcısı olarak bilinen Türk âlim İmam Maturidi ise Hz. Ömer'in uygulamasına dayanarak içtihad-i nesih kavramını geliştirmiştir. Buna göre muamelata (toplumsal-hukuki alana) ilişkin Kuran hükümlerinin akıl ile hükümden düşürülebileceğini (nesh edilebileceğini) söylemiştir. Maturidi diyanet ile siyaset ayrımı yaptığı gibi, din ve şeriat kavramlarını da ayırmış ve dini bireyin kalbinde kimsenin müdahale edemeyeceği bir bölümde saklı bulunan bir inanç olarak tanımlamış, şeriat kavramınıysa bir toplumun ihtiyaçlarına cevap vermek üzere geliştirilen geçici kurallar dizisine indirgemiştir. İslam'ı bir 'akıl dini' diye niteleyen Maturidi, kendisine peygamber veya kitap gelmemiş insanların bile Tanrı gerçeğine ulaşabileceği yönündeki iddiasını şu ölümsüz sözlerle ifade etmiştir: ''Akıl Allah'ı bulur.'' Maturidi aklın Allah'ı aracısız bulabileceği görüşünden hareketle, akıl baliğ oluncaya, yani çocuk belli yaşa gelinceye kadar dini eğitime bile gerek görmemiştir ve bu durum tarihte Maturidiler ile Eşariler arasında şiddetli tartışmalara yol açmıştır. Bir yönüyle Hanefi-Maturidilik, iman ve amelin bir bütün olduğunu öne süren, yani bir Müslüman'ın dış görünümüne ve davranışlarına bakarak onun inancını sorgulayan Harici, Hanbeli ve Eşariliğe karşı gelişen mürcie akımını temsil eder. Mürcie iman ve amelin ayrı olduğunu ve dolayısıyla bir insanın 'Ben Müslümanım' dedikten sonra günahkâr bile olsa inancının başka insanlarca asla sorgulanamayacağını ifade etmiştir. Bu görüşün şekle ağırlık vererek birey üzerinde toplum baskısı oluşturan ve bu suretle riyanın yayılmasına yol açan anlayışı engellemeye dönük olduğu ortada.

Özgür irade
Bunun ötesinde Maturidi insanın özgür iradeye sahip olduğunu savunmuştur. Maturidi'nin yaşadığı dönemin koşulları dikkate alındığında 'özgür irade' kavramının dinsel olduğu kadar siyasal sonuçlarının da olduğu kolayca anlaşılır. Eşariliğin savunduğu kader doktrini sayesinde iktidarı gasp eden despot sultanlar, kendi egemenliklerinin 'Allah'ın yazdığı kader' olduğunu, zira Allah dilemeseydi başa zaten geçmiş olmalarının mümkün olamayacağını iddia edebilmişlerdir. Buradan hareketle onların hükümranlığını sorgulayanlar 'Allah'ın hikmetinden sual olunmaz' diye susturulmuşlardır. Ve bu despotlar 'Peygamber'in vekili', 'Allah'ın gölgesi' gibi sıfatları aldıklarından kendilerine isyan edenleri, Allah'ın irade ve takdirine isyan etmekle itham edip ezmişlerdir. Maturidi dönemin payitahtı olan Bağdat'a gitmeye tenezzül etmeyerek, aslında politik bir tavır sergilemiştir. Dahası dönemin teamülü gereği cami hutbelerinde sultan-halifelere yapılan methiyelere karşı, yaşadığı Semerkant'ın camilerinde 'zalim sultanlara adil diyenlere' karşı çok sert bir fetva okutarak, saltanat ve baskıya muhalif tutumunu ortaya koymuştur. Bütün bunlar Maturidi'nin bireyin akıl, vicdan ve irade özgürlüğünü savunan bir abide isim olduğunu göstermektedir.
Bu uzun fikri zincire çağımızdaki son halkasını takan Pakistanlı bilgin Fazlur Rahman (ölm. 1988) olmuştur. Fazlur Rahman, 'historicist' okuma yöntemini uygulayarak Kuran'ın yasamaya ilişkin hükümlerinin 'tarihsel', bu hükümlerin arkasındaki 'ruh ve genel amaçların' ise 'evrensel' olduğu düşüncesini yinelemiştir.

Fikri mirasın özeti
İslam düşüncesindeki bu muazzam fikri mirasın mantıki sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz: Kuran'ın yasamaya (muamelat) ilişkin araç hükümleri (vesail ahkâm) tarihsel birer örnektir ve şartların değişmesi (ezman-ı tegayyür) karşısında akıl ile hükümden düşebilirler (içtihad-i nesih). Evrensel ve zaman üstü bağlayıcılığı olan Kuran'ın genel amaçlarıdır (makasıd-ı şeria). Bu 'genel amaçlar' da aslında tek bir temel ölçüte indirgenebilir: Adaleti sağlayan kamu yararı (maslahat). Bu bağlamda 'iyi ve doğru'nun ne olduğu akıl ile de bilinebilir (istihsan). Ve bu bilgi dinen de meşru olan bir hukuk kaynağıdır (şer'i delil).

Bu özet aslında Cumhuriyet'in İslam'a bakışını da yansıtır. Atatürk Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kurmuş ve başına sadece Hanefi-Maturidi çizgisini temsil eden başkanların getirilmesi talimatını vermiştir. Atatürk aynı zamanda Meclis kararı ile Kuran'ın Türkçeye çevrilmesini emretmiş ve çeviriyi yapan Elmalılı Hamdi ile Diyanet arasındaki sözleşmenin beşinci maddesi, tercüme ve tefsirin 'Hanefi mezhebine riayet olunarak' yapılmasını karara bağlamıştır. Cumhuriyet'in ilk adalet bakanı ve aynı zamanda büyük bir din bilgini olan Seyyid bey, hilafetin kaldırılmasının İslam'ın bir gereği olduğunun teolojik argümanlarını ortaya koyduğu tarihi Meclis konuşmasında, dine göre devlet yönetimiyle ilgili Kuran'daki kilit kavram olan 'maruf' kavramını, Maturidi-Eşari düalitesine atfen tanımlar. Buna göre 'maruf' 'şeriat tarafından güzel ve iyi olduğu bildirilen şey' değil, 'aklın güzel ve iyi olarak belirlediği şeydir'.


Din-devlet ilişkisinin fay hattı
İşte din-devlet ilişkilerindeki fay hattı buradan geçmektedir. Bu anlamda laiklik İslami literatürdeki şu iki ilkeye tekabül eden ön kabullere dayanmaktadır: Kuran'ın muamelat hükümleri artık mensuhtur (yürürlükten kalkmıştır). Maslahatın, yani kamu yararının ne olduğunu tespit etme ve gereğini yerine getirme yetkisi, 'İslam'da saltanat ve ruhbaniyet yoktur' ilkeleri gereği, padişah ve ulemanın iki dudağı arasından cumhurun ortak aklına aktarılmıştır.

Laikliğin dilimizdeki tam karşılığı Müşir Ahmet İzzet Paşa'nın önerdiği 'laruhbani' (ruhban olmayan) ifadesidir. Ruhbaniyet ve teokratik monarşi denince insanların aklına sadece Ortaçağ Avrupa'sı ve Katolik kilisesi geliyor. Oysa Raşit halifelerin dönemine son veren zorba sultanlar, keyfi egemenliklerini İslam adına meşru gösterecek ısmarlama fetva ve hadis uyduran sözde bir ulema sınıfını saraya çekmeyi başarmıştı. Böylece İslam'ın yıktığı şirke dayalı teokratik saltanat, İslami bir kılık içinde hortlamış ve bunu da kılıfına uydurmak adına gerekli fetvaları vermesi için yine İslam'ın yıktığı ruhbaniyet kurumu işlevsel bakımdan diriltilmiştir. İşte bugün artık demokrasi ve cumhuriyet kavramlarını benimsediklerini iddia edenler 'muamelat alanındaki hükümlerin mensuh olduğunu' ileri süren teolojik çizgiyi benimsemezlerse, başbakanın seçilmiş bir padişah, meclisin ise 'ruhbanlar şûrası' olmanın ötesinde demokrasi iddiaları olamaz.


Beş temel ilke
İslam belli bir devlet şeklini önermez, dünyevi egemenliğin icrası konusunda evrensel değerleri öne çıkarır. Bunlar şu beş temel ilkeye tekabül eder: Biat (seçim), Şûra (meşveret), Maslahatkamu yararı), Ehliyet ve Adalet. Atatürk'ü dinleyelim: "Bilirsiniz ki, şer'i esaslarda, ilahi emirde hükümet şekli yoktur. Şu veya bu şekil ifade edilmiş değildir. Yoktur. Yalnız hükümetin nasıl olması lazım geleceğine dair esaslar ifade olunmuştur... Millet her noktadan kendi yararlarını muhafaza edecek olan (maslahat) ve yararları korumak için lazım olan vasıfları, meziyetleri (ehliyet) toplamış bulunduğunu kabul ederek seçtiği (biat) insanlardan, vekillerden kurulu bir şûraya (meşveret) malik olursa ve bu şura, adalet üzerine hareket ederse işte Allah'ın ve Kuran'ın istediği hükümet olur. Çok iftihara şayandır ki milletimiz 1300 sene sonra bu Kuran hakikatlerini fiili halde göstermiş oldu."
(

Atatürk tarihimizin en büyük ikonoklastı, put kırıcısıdır. Ama laiklik Atatürk'ün kendisini ikonlaştırarak savunulamaz. Atatürk laikliği nasıl savunduysa bizde öyle savunmalıyız: Dini alanda asıl ikonoklastın İslam dininin kendisi olduğunu keşfederek. Cumhuriyete, demokrasiye, laikliğe ve moderniteye aykırı olan İslam değil, İslam'a bin yıldır musallat olmuş Harici, Hanbeli, Selefi, Eşari doktrinleri ile yoğrulmuş 'irticadır'. Oysa Hanefi-Maturidiliğin ana eksenini oluşturduğu İslam düşüncesindeki akılcı-dinamik ekol modernleşmenin engeli değil, teolojik boyutudur ve sadece keşfedilmeyi beklemektedir.

-Uygar Aktan: Araştırmacı yazar

aktanuygar@hotmail.com

Kaynak: Radikal-13.10.2006

Yorumlar

Popüler Yayınlar