Müceddit Muhafazakar

Cumhuriyet, Osmanlı’nın son 150 yıllık modernleşme hamlesinin devamı ve zirvesi olmakla kalmaz, İslam tarihinin sayısız müceddit kahramanının oluşturduğu 1400 yıllık fikri zincirin nihai halkasıdır.

Her ülkede muhafazakarların misyonu aynı: Milli kimliği oluşturan iki temel unsuru muhafaza etmek. Bunlardan biri din, diğeri ise her ülkenin kendi kuruluş efsanesidir. Muhafazakarlar bu yönüyle toplumu ayakta tutan omurga olmak gibi yaşamsal bir işlevi yerine getirirler. Bizde bu iki unsur İslam ve Kemalizm'e tekabül eder. İşte Türk sağındaki parçalanışın fay hattı da buradan geçiyor. Özellikle sağın (dindar) muhafazakâr kanadı kimliğimizin İslami boyutunu sahiplenirken, ülkenin kuruluş felsefesi olan Kemalizm'i dışlıyor. Böylece diğer ülkelerde doğal rolünü rejimin gerçek sahibi ve adeta sivil bekçisi olarak gören muhafazakâr sağ, bizde zaman zaman rejime muhalif duruma bile düşebiliyor. Bu durum dünya siyaset literatüründe bir anomali oluşturuyor.

Denebilir ki muhafazakarlar Kemalizm'i değil Kemalizm muhafazakarları dışladı. Oysa Türk sağı, Mustafa Kemal'den sonra gelen ve materyalist-sol dogmalarını Cumhuriyet devrimine yansıtarak Kemalizm'i kendi ideolojik tekellerine kalkan yapmak isteyen bir avuç aydına minderi seve seve terk etti. Halbuki bu alanda bir meydan muharebesi vermesi ve bu mücadeleyi mutlaka kazanması gerekirdi. Bunu yapmadığı için şimdi 'Kemalist sol' gibi ucube bir kavramın Türk siyaset kültürüne yerleşmesine olanak tanımış oldu. Her ülkede 'ulusal sol' akımlar vardır ve bu doğaldır. Ancak Atatürk'ün ulusal mücadelesini sol eğilimli bir hareket olarak göstermek entelektüel bir sahtekarlıktır. Atatürk solcu değildi. Solculara karşıtlığını da tarih kaydetmiştir. Şimdi gecikerek de olsa bugün yapılması gereken, muhafazakar sağ temelden Cumhuriyet'in bir siyaset felsefesini geliştirmek ve Cumhuriyet'in gerçek sahibinin Türk muhafazakarı olduğunu ortaya koymaktır.

Bunun önündeki en büyük engelin Kemalizm'in öngördüğü laik Cumhuriyet ile İslam'ın öngördüğü devlet sisteminin uzlaşmaz bir çelişki arz ettiği iddiasıdır. Oysa İslam'ın öngördüğü devlet sistemi, laik (laruhbani) ve demokratik Cumhuriyet'in ta kendisidir. Bu konuya 'Laruhbani Cumhuriyet' başlıklı yazı dizisinde değinmiştik. Ama bir daha özetlemekte fayda olabilir:

İslam belli bir devlet şeklini önermez. Dünyevi egemenliğin icrası konusunda evrensel değerleri öne çıkarır. İslam siyaset bilimine göre devletin varlık nedeni adalettir. Bunun somut anlamı ise yargı bağımsızlığı ve kanun hâkimiyetidir. Ebu Hanife'nin dönemin halifesinin baş kadılık teklifini bu iki ilkenin uygulanmadığı gerekçesiyle ölümü pahasına geri çevirdiği unutuldu. Bugün bu iki ilkeyi benimseyen Cumhuriyet'in mahkeme duvarlarında Atatürk büstünün altında yazılı olan 'Adalet Mülkün (devletin) Temelidir' sözlerinin Hz. Ömer'e ait olduğu da unutuldu. Çağımızda 'hukuk devleti' diye bilinen olgunun fikri temelleri aslında 8. asırda Kûfe şehrinde atılmıştı. Ama bizler bunu ancak 1923'ten itibaren gerçek anlamda hayata geçirmeye başladık.

İslam indiği devirde ruhban sınıfını ve despotizmi şirk/zulüm oldukları gerekçesiyle yıktı. Adeta bir devrim ile egemenliğin kullanım hakkını topluma emanet etti. Emevi karşı devrimiyle bu hak yine gasp edildi ve daha sonra da Osmanlı hanedanına geçti. Atatürk bu egemenliği Allah'tan değil, kendi tabiriyle ona (Allah adına) 'zorla el koyan Osmanoğullarından' alıp, emanetin gerçek sahibi olan halka geri verdi. Kuran'a göre halk, bu egemenliğin kullanım hakkını aralarında onu meşveret ile icra etmeleri şartıyla, dilediğine biat (seçim) yoluyla verir. Bunun da bugünkü adı parlamenter demokrasidir. Dolayısıyla 'selefi İslamcıların' yeni bir Emevi karşı devrim girişimini bırakıp, laik (laruhbani) Cumhuriyet devrimini dini nedenlerle herkesten daha çok korumaları gerekmez mi?

'Bütün bunlar modernistlerin Batılı kâfirlere yamanmak için uydurdukları bidatlardır' diyenlerin İslam fikir tarihine bir göz atmalarını öneririm. Cumhuriyet'in din ve devlet işleri ayrımının özünde yatan sınırı, İslam âlimleri bin küsur yıl önce çizmişti. Buna göre iman ve ibadetin dışındaki alana 'muamelat' denir. Bu ayırım devlet/muamelat alanını İslam'ın denetiminden çıkarıp insanın keyfiliğine terk etmek anlamını taşımaz. Bu alana ilişkin Atatürk'ün 'Hangi şey ki akla ve halkın menfaatine uygundur, biliniz ki o bizim dinimize de uygundur' kıstası bunun bir göstergesidir. Bu kıstas aynı zamanda İslam siyaset felsefesi tarihinin bir kesintisi değil devamı niteliğindedir. Zira 900 yıl önce, Kadı Abdülcebbar dinsel kıstaslar (şeri deliller) sıralamasında aklı birinci sıraya koyarken Cumhuriyet'ten 600 küsur yıl önce Necmeddin et-Tufi'de birinci sıraya aynen 'halkın menfaati' anlamına gelen 'maslahatı' koymuştur.

Atatürk değişen çağa uyum sağlama prensibine din anlayışını da dahil ederken, aslında kendisinden yarım asır önceki medrese kökenli büyük Osmanlı âlimi Cevdet Paşa'nın ünlü Mecelle'sindeki şartların değişmesi ile hükümlerin de değişmesi gerektiği ilkesini tekrarlamış oluyordu. Zaten Cevdet Paşa da bu ilkeyi 15. yy. Hanefi fakihi Celaleddin Devvani'nin içtihadına dayandırıyordu. Devvani'ye göre devletin çağın ihtiyaçlarına göre yasal düzenlemeler yapması kaçınılmazdı.

Muhafazakâr Türk sağı, Cumhuriyet değerlerine bakışını gözden geçirip, onların İslam fikir mirası ile arasındaki bağı yeniden keşfedemezse, sağı hakkettiği konuma taşımak mümkün olmaz. Başka bir deyişle 'Müslüman demokrat' veya 'muhafazakâr demokrat' yerine 'cumhuriyetçi muhafazakar' veya 'müceddit muhafazakar' olursa, hem gerçek anlamda sağ olur hem de demokrasiye giden yürüyüşümüzü rahatlatabilir.
Müceddit 'tecdit' yapan kişi demektir. Tecdit ise bizzat Peygamberimizin kullandığı bir kavramdır. Dinin zaman içerisinde yozlaşarak tarihteki yürüyüşünün tıkandığı dönemlerde, hurafelerin yıkılıp dinin özünün tekrar ortaya çıkarılması anlamını taşır. Bu bağlamda 'yenilenme' demektir.

NE AŞIRI SOL NE DE AŞIRI SAĞ

Müceddit muhafazakar genelde siyasal yelpazenin sağında, ama ucunda değil de merkezinde yer alır. Çünkü aşırı sağın aslında aşırı solun zıddı değil, aynadaki ters yansımasından ibaret olduğunu keşfetmiştir. Gerçek muhafazakar, siyaseti devamlı merkeze çekmeye çaba gösterir. Merkezin zayıfladığında veya dağıldığında uçların güçleneceğini bilir. Dolayısıyla siyaseti merkez soldan merkez sağa uzanan alanda tutmaya çalışır.

Orta sağın müceddit muhafazakarı bireysel özgürlüklerden yanadır, ama bir ülkede özgürlüklerin söz konusu olabilmesi için önce güvenliğin ve kalkınmanın şart olduğunu bilir. Bu yüzden istikrarın kaynağı olan devlet geleneğini savunur. Demokrasinin ve özgürlüklerin ancak devlet otoritesinin aşındığı ölçüde yeşerdiği safsatalarına kanmaz. Çünkü otoritenin çöktüğü durumlarda hak ve özgürlüklerin değil, suç ve terörün arttığı gerçeğini Fukuyama'dan çok önce tespit etmiştir. Öyle ya, reform gerekiyorsa bunu kim yapacak? Birlikte barış içinde yaşamanın kurallarını kim uygulayacak? İhlalleri kim cezalandıracak?

Dolayısıyla müceddit muhafazakarın iç politikada birinci önceliği kamu düzeni ve ekonomik kalkınmadır; dış politikada ise milli güvenlik ve çıkardır. Uluslar arası alanda büyük misyonlar üstlenip kahramanlık taslamak yerine realist politikalarla güç dengelerinin mümkün mertebe kendi lehine oluşması için gayret eder. Milliyetçidir ama hamasi kabadayılıklardan hoşlanmaz. Uluslar arası alan iyilik güçleri ile kötülük güçlerinin çarpıştığı bir arena değildir. Hatta uluslar arası ilişkilerde 'iyilik' ve 'kötülük' kavramları geçerli değildir. Tarih kavimlerin birbirleriyle giriştikleri bitmek bilmeyen hakimiyet mücadelelerinden ibarettir. Bu mücadeleler 'insanlık durumu'nun aşılamaz sorunsalını meydana getirir: Gücü ele geçirmek için mücadele eden kavimlerin arasında sınırların çizilmesi ve çatışmaların çıkması kaçınılmazdır. Ve bu değiştirilemez bir veridir.

İnsan hayatının trajik boyutunu klasik Yunan 'kaderin' bir parçası olarak kabul etmiş ve bu da yarattığı uygarlığın en güçlü tarafını oluşturmuştu. Aynı dönemde Çin, büyük acıların kaynağı olan çatışmaların bir varlık kanunu olduğunu ve dolayısıyla ortadan kaldırılamayacağını, en iyi ihtimalle sınırlandırılabileceği gerçeği üzerine kendi beşeri dinini kurmuştu (Taoizm). Bu metafizik yaklaşım varlığın düzenini olduğu gibi kabul edip, hayatı bu çerçevede yaşanabilir hale getirmeye dayanıyordu. Oysa Batı uygarlığına hakim olan metafizik, sanıldığı gibi klasik Yunan'ın devamı olmamış; 18. ve 19. asır Avrupa Aydınlanmasında insan aklı ve ideolojik-siyasal mühendisliği sonucunda varlığın düzeninin aşılabileceği ve evrensel barışın yaratılabileceği ütopyası ortaya çıkmıştır. Aydınlanmadan türeyen aşırı sol ve aşırı sağ ütopik projeleri gerçekleştirmeye çalışan siyasal akımlarınsa 20. asırda yol açtığı facialar ortadadır.

İslam literatüründe bütün varlık kategorilerini düzenleyen kanunların tamamına Sünnetullah (Allah'ın tavrı ve tarzı) denir. Sünnetullah kavramının Kuran'da her geçtiği ayette ise değişmez olduğu vurgulanır. İnsanın alemi gözlemleyerek (temaşa ederek) bu 'külli iradenin' değişmez yasalarını kavraması ve onlara teslim olması istenir. Külli iradenin bazı sonuçlarının arkasındaki hikmet, insan idrakini aşacak nitelikte olabilir. Bu durumlarda insana tevekkül önerilir. Kulun sahip olduğu 'cüzi iradenin' bu varoluş yasalarını değiştirmeye yönelik kullanılması ilahlık iddiası anlamına gelir. Oysa Maturidi'nin cüzi irade olgusu büyük külli irade ile uyum içersinde hareket ettiği ölçüde sonuç verir.

Varlık ve oluş yasalarına teslim olmak demek şu anlama gelmez: İnsanın içinde taşıdığı şiddet dürtüleri de bir tabiat kanunudur, dolayısıyla bunu kabul edip kan dökülmesini hoş karşılayalım. Gerçek bilgi ve bilgelik şudur: İnsan fıtratının/yaradılışın taşkınlıkları belli ölçülerde dizginlenebilir. Hukuk ve medeniyet bu noktada başlar. Ancak içgüdülerin 'kökünün kazınması' girişimi, evrensel barışın değil, dünya savaşlarının reçetesidir. Herkes kendi başlattığı savaşı barış için yaptığını iddia eder. Bunu unutmayalım. Mevcudu ıslah etmeye çalışmak başka, mevcudu reddedip yeni bir dünya kurmak için devrimlere girişmek başkadır.

Herkes mensup olduğu millet ve medeniyetin dünya liderliği konumuna yükselmesini arzular. Ancak bunu kötülük güçlerini yok ederek insanlığın temel sorunsalının kökten çözüldüğü bir evrensel barış ve adalet ütopyası yaratmak için istemek en azından sorumsuzluktur. Çünkü böyle amaçlarla dış politika yapmak yapanların kendi ülkesi için facialarla sonuçlanır. ABD gibi bir süper gücün bile 'şer' güçleri yenerek dünyaya ve Ortadoğu'ya 'özgürlük' getirme kisvesi altında giriştiği savaşların batağına saplanmış olması bunun en çarpıcı örneğidir.

Hem aşırı solun hem de aşırı sağın ideolojik düşünce kalıplarını bir kenara bırakıp biraz tevazu sahibi olmak lazım. Biz iç kalemizi sağlamlaştırmak ve somut çıkarlarımızı takip etmekle mükellefiz. Zaten tarih ancak bunda başarılı olanlara sahnesinde başrol verir. Dünya liderliği gibi büyük hedeflere büyük hayallerle değil küçük ve temkinli adımlarla ulaşılır. Bu bakımdan müceddit muhafazakar, dış politikada Enver Paşa'nın duygusal-idealist milliyetçiliğini değil, Mustafa Kemal Paşa'nın akılcı-realist milliyetçiliğini izler.

NE LİBERAL HÜMANİST NE DE TUTUCU MUHAFAZAKAR

'Müceddit' sözcüğü Türkçeye 'Yenilikçi' olarak çevrilebilir. Ancak müceddidin 'yenilik' anlayışının, liberal hümanistin fetiş haline getirdiği 'değişim ve dönüşüm' kavramlarından ne kadar farklı olduğunu vurgulasak azdır. Aradaki farklardan birisi neyin değişeceği ile neyin muhafaza edileceği sorusunda düğümlenir. Liberal reformcuların dillerinden düşürmedikleri değişimin sınırı yoktur. Ancak sürekli reformdan söz etmelerine karşın hemen önümüzde duran somut sorunları giderecek somut çözüm önerilerinde bulunmazlar. Çünkü dönüşümden asıl kastettikleri kimliğin temelini oluşturan unsurlardan vazgeçilmesidir. Milli ve medeniyetsel kimliği zihniyet dönüşümü adına 'aşılması' gereken bir anakronizm olarak görürler. Onlar için değişim kavramı ideolojiktir. Çoğu devrimci Marksist kökenden geldiği için 'sistemik büyük sorun' ile ilgilenmeyi (!) yeğlerler. Devrim boyutlarında bir dönüşüm ile 'çarpık sistemin aşıldığı' anda her şeyin düzeleceği bir yeryüzü cennetinin hayali ile kendilerini uyuturlar.

Liberal hümanistler her şeyin değişeceği ütopik devrimin rüyasını görürken, tarihi ileriye taşıyan evrim dinamiklerinin arkasında sessizce duranlar müceddit muhafazakarlar olmuştur. Ancak müceddit için değişimin sınırları vardır ve o sınırlarda muhafaza ettiği kimliğin özüdür. Zaten müceddit inkılaplarını kimliğini 'aşmak' için değil güçlendirmek için yapar. Onu diğerlerinden ayıran temel özellik de budur. Ayrıca onun gözünde değişim projeleri ideolojik değil ihtiyaca göredir. Liberal reformcu ise değişimi değişim adına ister. Her şeyin değişmesini ister. Hemen değişmesini ister. Acelecidir. İdealisttir. Ancak ateşli idealizmi onun zaaflarını maskeler. Bu dünyanın gerçeklerini ve insanlığın temel sorunsalını kabullenemez. Onları taşıyacak gücü kendinde bulamaz. Kafasında büyük ideolojik kuramlar inşa ederek Don Kişot gibi değirmenlere saldırır. İnsanlığın temel sorunsalını aşacağım derken insanlığın başına büyük dertler açar.

Müceddit muhafazakar ise doğası gereği realisttir. Temel insanlık durumunun altındaki sorunsalı bir veri olarak kabul eder. Görünüşte bu onu 'statükocu' yapar. İroni de buradadır zaten. Çünkü hangi inkılapların yapılabilir olduğunu tespit edecek vizyonu ve onları tedrici biçimde gerçekleştirecek gücü ona bu tevekkül verir. Daha da önemlisi aynı tevekkül ona hangi değişimlerin marazi ve imkansız olduğunu görecek basireti ve bunları gerçekleştirmeyi teşebbüs dahi etmeyecek olgunluğu verir.

Müceddit muhafazakar bir yandan ütopik reformcuları dizginlemeye çalışırken diğer taraftan tutucu muhafazakarları ileriye doğru çekmek için uğraşmak zorunda kalır. Bu durum onun adeta tarih boyunca kaderi olmuştur. Bir tarafta kimliğini ve geçmişini terk ederek geleceğe yönelmek isteyen 'ilericiler', diğer tarafta kimliğini muhafaza etmek adına gelecekten kaçıp geçmişe sığınan 'gericiler'. Nasıl ki liberal hümanistler 'değişim ve dönüşüm' kavramlarını saplantı haline getirirlerse, tutucu muhafazakarlar da geleneğe taparlar.

Müceddit geleneğe saygı duyar, çünkü onun uzun tarihsel süreçler sonucunda organik olarak şekillendiğini ve önemli toplumsal işlevleri yerine getirdiğini bilir. Ancak geçerliliğini yitirmiş ve artık sıkıntı kaynağı haline gelmiş gelenek ve kurumların da yavaş yavaş tarihe intikal etmesine direnmez. Oysa tutucu muhafazakar için bir gelenek veya kabul ne kadar fosilleşmiş olursa olsun, muhafazası hayat memat meselesidir. Çünkü kimliğini o gelenekte görür. O geleneği savunurken aslında kendisini savunuyordur. Bu ödünsüz duruş onun güçlü bir kimlik anlayışına sahip olduğu görüntüsünü verir. Oysa gelenekten her ne pahasına olursa olsun 'kurtulmak' isteyen 'ilerici' nasıl zaaflarını özgürlükçü sloganlarla örtüyorsa, geleneği her ne pahasına olursa olsun korumak isteyen 'gerici' de zayıf kimliğini ecdatlarımıza ve tarihimize sahip çıkma iddiaları altında saklar.
İslam tarihinden bir örnek vermek gerekirse, akla müceddidin kaderini en soylu biçimde göğüslemiş olan İmam Maturidi gelir. Semerkant'ta bir yandan Mutezile'nin aşırıya giden akımlarına karşı ehl-i Sünnet geleneğini savunan ve muhafaza eden Maturidi, diğer taraftan ehl-i Sünnet'in kurucu alimi olarak görülen Eşari'nin sonradan temsilcisi haline geleceği nakilci ve gelenekçi kalıpları, akılcı ve yenilikçi bir meydan okumayla parçalamıştır. Dolayısıyla aslında Sünni İslam geleneğinde tutucu muhafazakarlar Şafi-Eşari, müceddit muhafazakarlar ise Hanefi-Maturidi'dir.


TÜRK (D)EVRİMİ

Müceddit muhafazakar ani değişimleri sevmez. Devamlılığı tercih eder. Tarihin hükmü karşısında tevazu ile eğilir. Tarihe yön verme iddiası ile ortaya atılanlara da, tarihi durdurmaya hatta geri çevirmeye çalışanlara da acı bir tebessüm ile bakar. Her şeyin değişirken aslında hiçbir şeyin değişmediğini bilir. Herkesin peşinden koştuğu ütopyanın serap olduğunu, bazılarının ise dönmeye çalıştığı geçmişteki kaybolmuş altın çağın da nostaljik bir hayal olduğunu görür. O bugünde ve gerçek dünyada yaşar, ideolojilerin iddialı geçmiş ve gelecek tasavvurlarının sahte huzur veren alemlerinde değil.

Müceddit muhafazakar devrimleri sevmez. Evrimi tercih eder. Bir taraftan Osmanlıyı idealize etmeden benimserken, diğer taraftan Türk devriminin ideolojik amaçlarla ve durup dururken yapılmış klasik bir devrim olmadığını, neredeyse yüz elli yıllık tarihsel-siyasal bir evrimin son aşaması olduğunu bilir. Bu yüzden Türk devriminin 'd'sini parantez içine alır. Asıl önemlisi sayın İhsan Eliaçık'ın deyimi ile (d)evrimin 'dahili bir damara' dayandığı gerçeğinin altını gururla çizer.

19. yy Osmanlı modernleşme reformları kabaca otuzar yıllık üç eşit döneme ayrılır: II. Mahmut, Tanzimat ve II Abdülhamit dönemleri.
II. Mahmut 18 yıllık bir hazırlıktan sonra 1826'da artık tümüyle yozlaşmış Yeniçeri ocağını tasfiye etti. Bu olaya 'Vaka-i Hayriye' dendi. Böylece her türlü yeniliği bidat olarak görüp durduran ve artık bir nevi ruhban haline gelmiş olan ulemanın arkasındaki silahlı destek de kalkmış oldu. Sultan Mahmut ulemayı bürokratlaştırarak bağımsızlığına son verdi. Kurduğu Evkaf bakanlığıyla ulemanın elindeki gelir kaynaklarını da aldı. Böylece imparatorluğun 'laiklik' reformlarının önü açılmış oldu. Yani laruhbani eğilim II. Mahmut döneminde başladı. II. Mahmut gerçek bir müceddit muhafazakardı.

1839 Gülhane Hattı Hümayunu ile başlayan Tanzimat döneminin Batı kurum ve değerlerini tam bir taklitçilikle aldığı ileri sürülür. Gerçekten de Tanzimat ile birlikte Batılı güçlerin imparatorluğun iç işlerine müdahaleleri artmıştır. Ancak bunun başlıca nedeni Osmanlının 1833 Hünkar İskelesi Antlaşması ile Rus, Nizip savaşının kaybıyla da Muhammed Ali'nin tehdidine karşı Batı desteğine muhtaç olmasıydı. Ali paşa hatıratında Batılı ülkeleri nasıl idare etmek zorunda olduklarını anlatır.

Buna karşılık Tanzimat döneminin yıldızı İlmiye kökenli Ahmet Cevdet Paşadır. Bab-ı Ali hiçbir modernizasyon yasasını Ahmet Cevdet Paşanın kontrol ve onayından geçirmeden kabul etmemiştir. Bu din bilgini paşa, Mecelle'nin yazarı ve ilk laik mahkemelerin kurucusudur. Hayatının en büyük amacı ilk laik üniversiteyi kurmaktı. Ancak daha sonra İstanbul Üniversitesi olacak yüksek okulun hazırlıklarını yapmakla yetinmek durumunda kaldı. Ahmet Cevdet Paşa gerçek bir müceddit muhafazakardı.

Namık Kemal başta Genç Osmanlılar Tanzimat'ın çocuklarıydı. Tanzimat bürokrasisinin liberal eleştirisini yaptılar. Batı taklitçiliğini ve bürokratik istibdadı eleştirdiler. Reformların İslam ve Osmanlı geleneğinden oluşturulmasını istediler. Anayasal monarşi kurulmasını savundular. Sultanın hakimiyetine karşı 'vatan' kavramını ortaya attılar. Osmanlı olmakla birlikte imparatorluk dışındaki Türklerle ilk ilgilenenler onlar oldu. Rusya'da süren Türk katliamlarına şiddetle karşı çıktılar.

Abdülhamit Tanzimat'ın oluşturduğu bürokrasiyi yani Bab-ı Ali'yi Saraya bağladı. Tanzimat reformlarını uygulamayı Saraydan sürdürdü. Tanzimat paşaları gibi meclisin ülkeyi bölen güçlere imkan vermesinden endişe etti ve kapattı. Abdülhamit'in Pan-İslamizmi vurgulaması dolayısıyla laiklik karşıtı olarak görülmesi hatadır. Kendisi, imparatorluğu yaşatmak için Pan-Ottomanizme de karşı olmadığı gibi, Pan-Türkizmi de desteklemiştir. Hepsi laik 18 yüksek okul, çok sayıda laik ilk (rüştiye) ve orta öğretim (idadi) okulları açmıştır. Galatasaray da onun döneminde kurulmuştur. Laik devlet yönetimi için sivil ve asker bürokrat yetiştiren Mülkiye ve Harbiye onun zamanında gerçek kimliğine kavuşmuştur. Çıkarılan dört yasayla dini mahkemeler Adalet Bakanlığına bağlanmış; mahkeme kararlarının infazı ve laik usul hükümleri getirilmiştir. Abdülhamit gerçek bir müceddit muhafazakardı.

Türk (d)evriminin laiklik anlayışını Fransız devriminden olduğu gibi aldığı efsanesine de artık bir son vermek lazım. Cumhuriyet laiklik (laruhbanilik) ve din anlayışını daha 7. asırda 'Yerinde sayan geride kalır' diyen Hz. Ömer'den; zalim sultanlara din adına meşruiyet sağlamaktansa ölümü tercih eden Ebu Hanife'den; 10. asırda Orta Asya'dan 'Akıl Allah'ı bulur' diye seslenen Maturidi'den; 19. asır Osmanlı medreselerinden çıkan ve zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişmesi gerektiğini savunan Ahmet Cevdet Paşa'dan; 1924'te Meclis kürsüsünden Allah'ın halifesinin bir kişi değil artık Türk milleti olduğunu ilan eden Seyyid bey'den almıştır. Atatürk bir Türk müceddidiydi, bir Fransız jakobeni değil. Dolayısıyla Cumhuriyet sadece Osmanlı'nın son yüz elli yıllık modernleşme hamlesinin devamı ve zirvesi olmakla da kalmaz. Cumhuriyet aynı zamanda İslam tarihinin sayısız müceddit kahramanının oluşturduğu 1400 yıllık fikri zincirin ete kemiğe büründüğü nihai halkasıdır.

Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş bir kimlik değişimi değil, rejim değişimidir. Yoksa Selçuklu-Osmanlı'nın çekirdek unsuru olan millet yine aynı millettir. İmparatorluk topraklarının merkezindeki vatan yine aynı vatandır. Bayrak aynı bayraktır. Tarihin derinliklerinden gelen kimlik ve medeniyet aynı medeniyettir. Ve nihayet medeniyetlerin temelinde yatan din yine aynı dindir. Tarihsel akış içersinde geçerliliğini yitiren hanedanlık gibi kurumlar son bulmuş, egemenlik padişah ve ruhbandan cumhura geçmiş, payitaht İstanbul'dan Ankara'ya taşınmış, kısacası rejim değişmiştir. Yapılan atılım muazzamdır. Ancak bu kadim devletin genç rejimini savunacak olan bizler öz itibariyle yine aynı bizleriz. Hanefi-Maturidi gelenekten gelen ve Türk sağının merkezinde oturan müceddit muhafazakarlar işte bu gerçeklerin müjdecisidirler.

aktanuygar@hotmail.com

Kaynak: YARIN Dergisi, Şubat 2006

Yorumlar

Popüler Yayınlar