İnanç ve İbadet psikolojimizi etkiler mi? Erol GÖKA
İnancın ve onun özü olan ibadetlerin, bireysel psikolojimizde olduğu kadar, toplumsal psikolojimizde de değişmez yeri vardır.
Aranızda gören var mı bilmiyorum, ben artık rastlamıyorum, eskiden ne çok vardı onlardan. Dinsel inançların bir evrimsel gelişim çizgisi içinde yol aldığına inanırlardı. Despotik aydınlatmacı bir zihniyetin ve 19. Yüzyıl sosyolojisinin yaşayan son kalıntıları gibiydiler, lakin bizim büyük şehirlerimizde sayıca çoktular. Onlara göre dinsel inançlar mitolojiden, çok-tanrıcılıktan tek-tanrıcılığa doğru evrilmiş sonra da bilimsel düşüncenin ortaya çıkmasıyla giderek ortadan kalkmaya başlamıştı. Bilim, inançları semirten korkuların kaynağında bulunan esrarengiz konuları aydınlattıkça her türlü dinsel inanç da kaybolacak; bilimin ve aklın aydınlığında hurafelerden uzak, yepyeni, huzur dolu zamanlar gelecekti. Aynen bunları savunuyorlardı, nereye gittiler bilmiyorum ama şimdilerde pek ortalıklarda görünmüyorlar.
Bu hatalı Aydınlanmacılık sekeli fikirler, artık caka satarak dolanamıyorlar; tam tersine savunulabilmeleri yürek istiyor. Zira geçen zaman gösterdi ki, dinsel inançlar insanların ve toplumların hayatlarında belirleyici bir role sahipler ve pek de öyle, kültür devrimleriyle, şununla bununla, bugünden yarına bir anda değiştirilebilmeleri imkansız. Yetmiş yılı aşkın dünyayı radikal biçimde değiştirme çabalarının ardından bir kez daha anlaşıldı: Sosyalizm, Mao Zedung düşüncesi gelip geçer ama din, karşımıza başka kılıklarda çıksa da hep bireysel ve toplumsal psikolojimizdeki yerini korur.
Bilimin işi, dinsel inançlara savaş açmak değil, olgular arasındaki maddi nedensellik bağlantılarını anlamaya çalışmaktır. İnsanların büyük çoğunluğu modern zamanlarda bile türlü çeşit spritüel inançlara sahipse ve büyük dinler büyüklüklerinden bir şey kaybetmemişlerse, hala en yetkin kafalar, din eksenli medeniyetler çatışmasından ve Haçlı Seferleri'nden söz ediyorlarsa, bu bir olgudur ve bunun üzerine düşünmek gerekir. Kendinizi bir bilim kilisesine kilitlemeniz, oradan dışarı çıkmamanız, inançlı insanları hani demokrasi gereği hakaret edip aşağıla(ya)masanız bile, küçük ve gelişmemiş olarak görmeniz, bu olguyu değiştiremez.
Dinsel inançlar, bu muhkemlik özelliğini, insanın ve toplumların yapısında gördükleri asla başka bir kurum, kuruluş tarafından doldurulamayacak muhteşem özellikleri nedeniyle korurlar. Bireysel ve topluluk psikolojimizde, değiştirilmesi çok zor, kendine özgü kural ve ilkeleri olan bir maneviyat sferi var, maneviyat sferinin de psikolojik bütünlüğümüzün teminin de çok önemli rolü. Çünkü inançlar her biri bir başka trajedi olan hayatlarımıza bir yol haritası oluşturabilmemizde çok önemli rol üstleniyor. Bir kere her şeyden önce, dinin sağladığı bilişsel harita sayesinde, bir teolojik kozmoloji ve kozmogoni içinde, insan olarak dünyadaki varlık nedenimiz ve konumumuz belirlenir. İkincisi ve belki daha önemlisi, ölüm, özgürlük, anlamsızlık ve yalnızlık olarak karşımıza çıkan varoluşsal temel kaygılarla bir biçimde baş edilebilmesi için bu yol haritası çok gerekli.
Hepimizin hayatı bir başka trajedi. Hayatlarımızı trajik kılan temel özellik, "ölüme doğru giden varlık" oluşumuzla, faniliğimizle ilgilidir. Eninde sonunda dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibaret; halk diliyle söylendikte, bu dünya, yalan dünya. "Mal da yalan mülk de yalan al biraz da sen oyalan" sözünün şöyle ya da etkilemeyeceği bir insan ruhu tasavvur edemeyiz. Üzerlerine titrediğimiz evlatlarımız bile, geçici dünya nimetlerindendir. Yaşanan yaşandığı andan itibaren ömrün azgın çavlanında kaybolup gitmektedir. Belleği kadardır insanın yaşamı; geçmiş, olsa olsa hatırlayabildiğimizdir. Kalıcılık için eser bırakmaktan, toplumsal belleğe nakşolmaktan ya da hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaktan, faniliğimizi unutmaktan başka şansımız yoktur.
Fanilik adlı bu oyunun, hepimiz için oynanması gereken belli sahneleri, kulağımıza fısıldanan değişmez replikleri vardır. Varoluş, bir türlü sırtımızdan çıkarıp atamadığımız bir doluluktur. "Ne işimiz var burada?", "Kim fırlattı bizi buraya?" soruları, cevabı olmayan yakamıza yapışmış ölümcül kenelerdir. Bu sorularla, eninde sonunda "saçma" diyebileceğimiz derin anlamsızlıkla baş etmenin biricik yolu, sormamaktır, görmezden gelmektir. Psikolojimizin bu gerçeklerin bilince çıkmasını önlemeyi başarabilmesi gerekir.
Hayata batsak da, dünya dertlerine bulansak da, etrafımızda akrabalardan, dostlardan, hayali topluluklardan bir insan ordusu yerleştirsek de, kendimizden kaçamayız. Kendimiz dönüp dolaşıp hep ona geleceğimiz kürkçü dükkanı. Her birimiz kendi ölümümüzü öldüğümüz gibi, kendi hayatlarımızı yaşarız. Kimse, bizim halk olmamıza vesile olan babamız, bizi rahminde taşıyan anamız bile, bizim bedenimizi, ruhumuzu bir süreliğine olsun ödünç alamaz. Kendimize çakılıyız. Kendimiz, en hakiki gerçekliğimizdir; nereye gitsek kendimizi de götürürüz. Yalnızız, yapayalnız. Yalnız değilmişiz gibi yapmaya, yalnızlığın zifiri karanlığında değilmişiz gibi ilişki oyunları oynamaya mecburuz.
İnsan "varoluş" olarak var olan, var olduğunun bilincinde olan, bir başka deyişle kendi yaşam projesini yapmaya muktedir, yani özgür yegane varlıktır. Ne ki özgürlüğümüz, öyle sanıldığı gibi bir hediye değil, bir baş dönmesi, bir bulantı olarak yaşanır çoğu kez. Biyolojimizin, genlerimizin, doğa yasalarının, hukuki ve toplumsal kuralların zindanlarında sözüm ona bir özgürlük olmasını bir kenara bıraksak bile, tam bir sanal durumdur, varla yok arası bir şey, bir felakettir özgürlük. Sonsuz yol vardır gidilecek, ama insan bir anda hem orada hem burada olamaz, tek bir yaşantıyı yaşamaya mahkumdur. Bir yola girildi mi, o yolun tüm kurallarına uymaya, sorumluluklarını yerine getirmeye zorunludur. Ama yine de özgürlüğümüzü hissetmek isteriz, ondan vazgeçemeyiz. Hayatımızdan vazgeçeriz ama özgür olma hissinden vazgeçemeyiz. O, başımızın belasıdır.
İşte insanın yaşayabilmesi, bir hayat planı yapıp, bir amaç edinip yaşantısını sürdürebilmesi için bu temel varoluşsal kaygılarını garantiye ya da bir başka deyişle askıya alabilmesi, sanki bunlardan münezzehmiş gibi davranabilmesi gerekir. Bu kadar geniş bir mönüyü barındıran yegane yaşamsal aygıt, din tarafından sunulur. Dinsel inanç, sunduğu anlam ve davranış haritasıyla, tüm bu kaygıları bir biçimde garanti altına alarak, insana bir güvenlik alanı sağlar. Dinsel inanç sayesinde varoluşun ağırlığı, doluluğu hafifler; ömrümüz bize arada sınavlara tabi tutulsak da bir armağan olarak gösterilir. İyi ki varızdır, iyi ki gelmişizdir bu dünyaya, Yaratıcımız bizi varolma şerefiyle şereflendirmiştir. Kendimizi O'nun esirgeyici, bağışlayıcı kollarına bırakabiliriz. Tehlikelerle, hırs ve tamahla dolu bu insanların ve tabiatın dünyasında kendimizi bu kadar güven içinde başka nereye bırakabiliriz ki! Zaten bizi bir alan olsa, tamamen kabul eden olsa, örneğin bir ana, bir sevgili bunu söylese hatta yapsa, kısa bir süre sonra özgürlüğümüz orada durmamak için çırpınmaya başlayacaktır.
Üstelik Yaratıcının bizim ibadetimize, namazımıza, orucumuza da ihtiyacı yoktur. Gerçi bizden bunları talep eder ama kendisi için değil bizim için, bizatihi kendimiz için ister bunu. Bizi O'ndan daha iyi koruyan, kollayan, düşünen yoktur. O, bize bizden, şahdamarımızdan bile daha yakındır. Bizden ibadet ister zira her ibadet, dünya hayatına verilmiş bir ara, bir moratoryumdur. Her ibadette, küçücük bir dua ve sadaka verme anında bile, dünya hayatından, fanilikten, varoluşsal temel kaygılardan yüz çevirme, Yaratıcıyla karşılaşma, konuşma söz konusudur.
İbadetler, bir moratoryum, bir ara vermedir. Oruç da bu mola çok belirgindir. Oruç, en temel arzulara bir ara veriştir. Ara veririz çünkü bu sayede faniliği, varoluşsal temel kaygıları hallederiz. "Yaratılmışların en şereflisiyim ben. Bakma sen çamurdan yaratıldığıma, Yaratıcının ruhuyla aynı ruhtanım." deme şansı yakalarız oruçla. Çoğu yerde, çoğu zaman orucun işlevlerinden bahsedilirken onun "açın halinden anlama" gibi toplumsal boyutu ön plana çıkarılır. Şüphesiz orucun bu işlevi vardır ama insanın kendi varoluşsal dertlerine çare bulmada, kendini anlamasında o kadar çok işe yarar ki, bu toplumsal boyut, çok geride kalır. İnsan olduğunu söyleyen herkesi, yaşadığı zilletten, kahır ve ıstıraptan, varoluşun trajik konumundan birden bire böyle göklere yükseltiverdiği içindir ki, milyonlara insan oruç ayını bekler, Ramazanı sevinçle karşılar. Cahiller, orucun bu işlevini göz önünde bulundurmadan, oruç sırasında aç susuz kalan insanın psikolojisini "mazoşist doyum" dedikleri zorluklardan, acıdan zevk alma haliyle açıklamaya çalışırlar. Bu, tamamen varoluşsal alandaki körlüklerinden, cehaletlerindendir.
İbadetler, bir moratoryumdur moratoryum olmasına ama o sırada insan varoluşsal olarak bir yükselme duygusu da yaşar. Ritüel sırasında, "benlik, kendisiyle ilişkisi içinde, kendisi olmak isterken, kendi saydam ortamında, onu ortaya koyan gücün içine atlamaktadır" derken Hıristiyan varoluşçu düşünür Kierkegaard'ın kastettiği şey budur. İnsan, kendi başına kendisini anlayamayacaktır bunu ancak Tanrı'ya bağlı olduğunun bilincinde olması, Tanrı tasavvuru sayesinde yapabilir. Buradaki kendini anlama, sadece basit bir bilişsel işlev değil, bütün bir varoluşun, kişinin düşüncelerinin, duygularının ve eylemlerinin topyekün yer aldığı derin bir kavrayışı anlatmaya çalışır. Bu yüzden tüm ibadetler sırasında adaleti, sevgiyi ve gücü, hepsini birden, bir arada, tek bir potada tecrübe ederiz. İbadet, varoluşumuzun bütün boyutlarıyla, Yaratıcıya yaklaşmaya ve onunla iletişim kurmaya izin veren, sonlu ile sonsuzun, kutsal ile profanın birbirine bağlandığı ara geçitlerdir. İbadet sayesinde bizim dünyevi ve sonlu varlığımız, aşkınlaşır, kutsal bir haleyle kaplanır; Tanrı bizim için bilimsel olarak kanıtı gereken niceliksel bir varlık olmaktan çıkar, olanca gücü ve sonsuzluğuyla varoluşumuza katılır. Bu nedenle ibadet, inancın özüdür. İbadet olmasaydı, maneviyat sferi kendisini her daim yenileyemez, din, "Tanrı var mı yok mu?" sorusunun etrafında dönen basit bir entelektüel tartışma konusu olarak kalırdı.
İnancın ve onun özü olan ibadetlerin, bireysel psikolojimizde olduğu kadar, toplumsal psikolojimizde de değişmez yeri vardır. İnsan, aynı zamanda grup-varlıktır; ancak "öteki" sayesinde, "öteki"nin aynasında görür tanır kendini. Sağlıklı bir insan ilişkisinin ve toplumsal yaşamın olabilmesi için bizim dışımızdaki insanların da en az bizim kadar değerli olduğunun bilgisine ve bizi başkalarına yakınlaştıracak sevgi, saygı, merhamet gibi olumlu duygulara ihtiyaç vardır. Başkaları gündeme geldiğinde, "öteki"ne karşı davranışlarımız söz konusu olduğunda hukuk ve siyasetin yanı sıra asıl olarak ahlakın bereketli ama bir o kadar da ıslak-kaygan arazisi üzerindeyizdir. Ahlak, en kısa yoldan, bizim insan kardeşimiz olan "öteki"ne ne yapacağımız, nasıl davranacağımız hakkındadır. Toplumsal yaşamın sağlıklı biçimde sürdürülebilmesi için ahlak, bireyin ruhsal yaşamındaki, varoluşsal temel kaygılarıyla baş etmesinde manevi sferin oynadığı rol kadar önemli bir işlev üstlenmiştir. O yüzden inançların bize sunduğu bilişsel haritada, bir kozmoloji, kozmogoni ve bizim evrendeki varlık nedenimiz, yerimizin yanında mutlaka başkalarına nasıl davranmamız gerektiğiyle ilgili bilgiler de bulunur. Bu kadar önemli olan ahlaki işlev, birçok kaynaktan beslenir; ahlakın birçok kökeni vardır ama en önde geleni dinsel olanıdır. Dinsel olanın ahlakın ana kaynağı oluşu, maneviyatın psikolojimizde tuttuğu derin yer nedeniyle olduğu kadar, Yaratıcının hem "öteki"nin de yaratıcısı hem de "Mutlak Öteki" özelliği dolayısıyladır.
Yaratıcıyla ilişkimiz, dünya hayatındaki insanlarla ilişkimizin ilksel (primordial) bir arşetipidir ama aynı zamanda çok farklı bir özelliğe sahiptir. Bütün "öteki"lere karşı davranışımızda, "öteki"lerin bir sahibi, hesap vereceğimiz bir mercii… "Baba" sıfatı, "Mutlak Öteki"nin niteliklerinin karşılamaktan öyle uzaktır ki… Tüm bu nedenlerle "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanınız!", "İslam, güzel ahlaktır" denilir. İbadetler, ahlakımızı, başkalarına ne yaptığımızı, başkalarını ne kadar düşündüğümüzü "Mutlak Öteki"nin önünde, onunla birlikte gözden geçirdiğimiz durumlardır.
Toplum olabilmek, bir arada yaşayabilmek için, arzular gemlenmelidir. En azından cinsel ilişkiden çok yakın akrabalar dışlanmalı, ölümcül saldırganca duygular durdurulmalıdır. Bunlar başarıldıktan sonra sıra, medeni olmaya, hayatı ve ilişkilerimizi estetize etmeye gelir; zerafet ve nezaket bizi daha da insanlaştırır. İnancın ve ibadetlerin bu insanlaşma mücadelesinde de katkıları çoktur. Düşünürümüz İhsan Eliaçık'ın oruçla ilgili, arzu gemlenmesi ile ibadet ilişkisini çok iyi anlatan şu sözleriyle bitiriyorum yazıyı: [İnsanı hayvandan, şehri ormandan ayıran da bu "kendini tutabilmek" değil midir? Elini tutmak, belini tutmak, dilini tutmak, gözünü tutmak, kulağını tutmak, ayağını tutmak, nefsini tutmak, hırsını tutmak, kabaran arzuları, kudurmuş şehvetleri tutmak… İnsan bunları "tutabilen" değilse nedir? Şehir bunların "tutulduğu" yer değilse neresidir? Malum, İslam'da Ramazan orucu Kuran'ın bu ayda indirilmeye başlanmasının yıldönümü ile başlar. Demek ki Kuran, insanoğluna "kendini tutmayı öğrenmesi" için gelmiş ilahi hitaptır. Hakîm (bilge) kelimesinin "Ata gem vurmak" kökünden geldiğini hatırlarsak bunun ne manaya geldiği daha iyi anlaşılabilir. Bu durumda Kur'an-ı Hakîm "İnsanoğluna, kendisine gem vurmayı öğreten kitap" demek olur. "Allah hakîmdir, hikmet sahibidir" demek de "Allah insana kendini tutmayı, arzularına gem vurmayı öğreten bilgelik dolu hükümler gönderendir. Yüce bilgelik kaynağıdır O." demek olur.]
Yorumlar