Cumhuriyet İslamcı bir proje miydi?

İhsan Eliaçık
Birinci dünya savaşı yıllarının kaos ortamında, Osmanlı iklimindeki yön arayışları Cumhuriyetin kuruluşu ile sonuçlandı. Bu yön arayışında son dönem Osmanlı İslamcılarının etkisinin ne yönde olduğunun araştırılması gerekmektedir. Bu, aynı zamanda Cumhuriyetin İslamcı köklerinin araştırılması anlamına gelecektir. Son dönem Osmanlı İslamcılarının zihninde böylesi bir düşüncenin oluşup oluşmadığını, oluşmuşsa nasıl şekillendiğini, hangi kaynaklardan beslendiğini, serancamının ne olduğunu araştırmak bugünün zihinsel kaos ortamına da ışık tutabilir...

Türkiye'de cumhuriyet düşüncesinin İslamcı köklerinin araştırılması sanıldığından çok daha önemli bir konudur. Bir yanda Osmanlı ile saltanatın, diğer yanda cumhuriyet ile Atatürkçülük, laiklik ve Kemalizm'in özdeşleştirilmesi böylesi bir araştırmayı daha da gerekli kılmaktadır.

Çünkü Osmanlıyı savunmak zorunlu olarak saltanatçı ve hilafetçi, cumhuriyeti savunmak da zorunlu olarak Atatürkçü ve laik olmayı gerektirirmiş gibi yaygın önyargılar sürüp gidiyor. Hem dini hem de laik kesimlerde izleri görülen "kafa konforu rahat" bu önyargıların "yapı bozumuna" uğratılması gerekiyor.

Türkiye'de İslamcılar resmi çevrelerce öteden beri saltanatçı ve hilafetçi olarak yaftalanırlar. Halen bu yaygın önyargı devam etmektedir. Buna göre "İslamcılılar saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin kurulmasını bir türlü içlerine sindirememişlerdir. Buldukları ilk fırsatta tekrar saltanatı geri getirerek cumhuriyeti yıkacaklardır. Bu nedenle devletin zinde güçleri bu gerici akımlara karşı daima uyanık olmalı ve elini tetikten çekmemelidir. Bir anlık bir gaflet bile Cumhuriyetin yıkılmasına ve Türkiye'nin tekrar ortaçağ karanlığına dönmesine neden olabilir..."

Bu resmi argüman ilkokuldan üniversiteye kadar tüm eğitim ve öğretim kurumlarında senelerdir tekrar ediliyor. Öte yandan Türkiye'de İslam'ın siyasi yorumunu saltanat ve hilafetle özdeşleştiren, İslam'ın "Bizantist" Osmanlı siyasi yorumunu yegane yorum sanan ve İslam'ın tarihsel yürüyüşünü Osmanlı'da donduran anlayışlar da bulunmuyor değil. Resmi ağızların neden hep bu yorumu özellikle ön plana çıkardıklarını anlamak bu açıdan zor olmasa gerektir.

Bu yazının amacı son dönem Osmanlı İslamcıları arasında "unutulan bir çizgiyi" öne çıkarmak ve tanıtmaktır. Esas itibariyle cumhuriyet projesi bu simaların İslam'dan çıkardıkları bir "dahili damar" üzerine bina edilmiştir. En azından cumhuriyet fikri, dinin "resmi düzeyde" geçer akçe olduğu Osmanlı toplumunda bu dahili damardan meşruiyet almak zorundaydı. Bu anlamıyla Cumhuriyeti kuran iradenin esas itibariyle "dini" bir irade olduğunu söylemek mümkündür. Aksi halde bu coğrafyada cumhuriyet fikrinin yeşermesi mümkün değildi. Bu açıdan Birinci dünya savaşının yol açtığı kaos ortamındaki yön arayışlarında İslamcı görüşler oldukça etkili olmuştur. Esas itibariyle Cumhuriyet bu birikim üzerine ve bu birikimden meşruiyet alarak kurulmuştur. Ancak bu durum yeterince takdir edilmemekte, hatta tam tersi bir konumda gösterilmektedir.

Öte yandan sanıldığının aksine bu dahili damar batıda ortaya çıkan kavram ve kurumlara İslam'dan bir delil bulma çabası olarak da ortaya çıkmış değildir. Bu çerçevede İslam siyasi düşüncesinde bir paradigma değişikliğinden bahsetmek mümkündür. Ancak bu "olmaması gerekene" doğru değil "olması gerekene" doğru olumlu ve gerekli bir paradigma değişikliğidir. Paradigma esas itibariyle Emevi döneminde "olumsuz" yöne doğru zaten değişmişti. Cumhuriyet yanlısı İslamcılara göre saltanatın kaldırılması işte bu 1350 yıl gecikmiş paradigma değişikliğinin bir sonucudur. Bunun kökenini Fransız Devrimi'ne bağlamak topu taca atmaktan başka bir şey değildir.

İslam siyasi düşünce tarihinde Muaviye ile başlayıp Vahiduddin ile biten tarihsel zaman "tek bir blok" olup tümüyle sultanların tarihidir. Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı sultanları bu tarihsel zamanın aktörleri olup, siyasi düşünce tarihimiz boyunca bunlara karşı çıkan ve "meşvereti" savunan akımlar daima olagelmiştir. Askeri tarım imparatorluğu çağlarının yönetim biçimi olan saltanatçılık esas itibariyle Sasani ve Roma kökenlidir. İslam siyasi düşüncesinin "meşveret" paradigması, Muaviye'den itibaren bunların nüfuzuna engel olamamış, hatta bunlara yenilmiştir. Tevhide, adalete ve meşverete dayalı siyasal İslam değerlerinin içi, Sasani ve Roma'nın monarşik/oligarşik kurumlarıyla doldurulmuştur. Osmanlı saltanatı bu doldurmanın en son ve mükerrer örneğinden başka bir şey değildir.

Kendi zamanının daru'l-İslam'ı olan Osmanlıyı savunmakla, onun yönetim biçimi olan saltanatı savunmak aynı şey değildir. Osmanlı'yı savunacağız derken saltanatı (hilafeti) de savunmak zorunda değiliz. Nitekim Cumhuriyet yanlısı son dönem Osmanlı İslamcıları saltanata karşı çıkıyorlar ve fakat Osmanlı olmaktan da gurur duyuyorlardı.

Cumhuriyetin İslamcı Kökleri

Son dönem Cumhuriyet yanlısı Osmanlı İslamcıları -ileriki satırlarda ayrıntılarıyla belirtileceği gibi- bir yandan değil 600 yıllık, 1350 yıllık saltanatçılığı eleştirmekte diğer yandan bu eleştirilerini İslam medeniyetinin geçirdiği tecrübelerden hareketle temellendirmekte idiler. Onlar İslam'da saltanatın olmadığını, olamayacağını, Fransız devriminden delil getirerek değil, kendi tecrübelerine yönelerek, Emevilere kadar inerek ispat etmeye çalışıyorlardı...

1876 tarihli Osmanlı Kanun-i Esasi'nde saltanat şu şekilde temellendirilmişti;

"Yüce Osmanlı saltanatı, büyük İslam hilafetine haiz olarak eskiden beri geldiği şekliyle sülale-i al-i Osman'dan en büyük evlada aittir. (mad. 3) Padişah hazretleri halife olması sebebiyle İslam dininin hamisi ve tüm Osmanlı halkının hükümdar ve padişahıdır. (mad. 3) Padişah hazretlerinin mübarek kişiliği (nefs-i Humayun) mukaddes ve gayri mesuldür (mad.4)"

Kanun-u Esasi'de maddeleştirilen bu anlayış esas itibariyle malumun ilamı anlamına gelmekteydi. Çünkü İslam siyasi tarihinde Muaviye'den beri yönetimde bulunan tüm sultanlar bu anlayıştaydı. Daha öncekilere inmeden konumuz gereği biz sadece Osmanlı'daki son tartışmalara değineceğiz.

Saltanatın bu şekilde anayasal bir zemine oturtulması, dönemin ileri gelenleri arasında lehte (muvafık) ve aleyhte (muhalif) tartışmaların iyice artmasına neden olmuştur. Padişahın bu konumunu desteklemek için bir çok risale kaleme alınmıştır. Lehteki görüşlerin tipik bir örneğini aktardıktan sonra daha çok aleyhteki görüşlere geçeceğiz.

II. Abdülhamid'in nerede ise bütün saltanatı boyunca yakınında bulunmuş Şehy Ebu'l-Hüda (öl. 1909) 1880'lerde saltanatı dini temellere oturtarak şöyle savunmaktaydı;

"Malumun olsun ki kâinatta meydana gelen her iş daire-i uluhiyetten nebinin temiz makamına iner. Oradan rabbani iradenin gerektirdiği şekilde işin mahalline akar. Bu sırr-ı mahbubiyet ve kabiliyetten dolayıdır. Şu halde sırr-ı peygamberi sirayet, irade-i Muhammedi emri de nüfuz edicidir. Bu hal nezd-i ilahi makamında pek büyüktür. Hilafet makamına peygamberin kabulü ve işareti olmadan kimse geçemez. Halifenin şanı peygamberin kalbi onayı ve mülahazası ile yücelir. Böyle olunca peygamberin hizmete çağırdığı ve emirlerini yerine getirmekle görevlendirdiği zata teslim olmak vacip olur..."

Şeyh Ebu'l-Hüda risalesinde uzun uzun saltanatla ilgili ayet ve hadisler aktarır ve saltanata karşı çıkanları asi, baği, bid'atçı ve fitne vü fesat ehli olarak suçlar. Şeyh Ebu'l-Hüda'ya göre evliya-yı kiram peygamberin vekilinin padişah olduğunda ittifak etmiştir. Cümle Müslümanlar padişah adaletli olursa hayır ile dua, zulmederse düzelmesi için temenni de bulunmalıdırlar. Ne gizliden ne de açıkça padişah aleyhine söz söylememelidirler. Şeyh'e göre ulema bu hükmü şu hadisten çıkarmıştır; "Padişah yeryüzünde Allah'ın gölgesidir. Güzel hareket ederse sevap, kötülük ederse vebal alır fakat Müslümanlara sabretmek düşer."

Tipik örneğini Şeyh Ebu'l-Hüda'da gördüğümüz saltanat savunusunun görüldüğü gibi orjinal bir tarafı bulunmuyor. Muaviye'den beri 1350 yıl boyunca sultanları ve padişahları bu şekilde savunan alimler, hocalar ve mollalar daima olagelmiştir. Keza bu düşünceye karşı çıkanlar da daima olagelmiştir. İslam siyasi düşünce tarihinde 1350 yıllık saltanat aleyhtarı bu "dahili damarın" cumhuriyet düşüncesinin asıl yatağı olduğunu söylememiz hiç de abartı olmayacaktır. Ancak Mithat Paşa ve Namık Kemal de dahil olmak üzere dönemin Osmanlı uleması ve aydınlarının çoğunun bu dahili damarla ilişkileri ne yazık ki tümüyle kesiktir. Saltanat ideolojisinin argümanlarını içeren Osmanlı medrese ikliminden dışarı çıkamadıklarını görüyoruz. Örneğin Mutezilenin tevhid, adalet, meşveret, özgür irade gibi saltanat yılları boyunca "ıssızlığa terkedilmiş" görüşlerinden haberleri olmadığı için veya en azından bu damarla sağlıklı ilişkiye giremedikleri için Fransız Devrimi'nin eşitlik, özgürlük, kardeşlik sloganlarına meftun olmuşlardır. Oysa muhtaç oldukları kudret kendi medeniyet genlerinde mevcuttu.

Son dönem Cumhuriyet yanlısı Osmanlı İslamcılarının, İslam alemi genelinde uyanmaya başlayan ve başını Cemaleddin Efgani gibilerin çektiği bu yeni-Mutezili dalga sayesinde kıpırdanmaya başladıklarını görüyoruz. Bu yeni siyasi düşünce Osmanlı ikliminde de yankılanmıştır. Esas itibariyle cumhuriyet düşüncesi gücünü bu yankılanmalardan almaktadır...

1896'lı yıllarda muhalif Osmanlı ilmiye mensubu alimlerince çıkarılan Kanun-i EsasiCumhuriyet" kelimesinin bizzat telaffuz edildiğini görüyoruz; gazetesinde yayınlanan risalelerde meşrutiyet talebinden öte "

"Ey ehl-i İslam! İşte dini kitaplarımızın en muteberlerinden alıntılarla imamet, hilafet, ulu'l-emre itaat ve usul-u meşveretin ne demek olduğunu bu risalede size beyan ettim. Şu halde aklınızı başınıza alıp birleşiniz! Ulema tarafından açıklanan şartlara haiz bir zat arayınız! Eğer bulabilirseniz onu halife yapınız. Bulamazsanız Hz. Ömer'in yaptığı gibi şura-yı millet ve cumhuriyet teşkil ediniz!... (s. 78) Ey millet! Şeriat namına tekrar ederim ki aklınızı başına alınız! Böyle Allah ve resulünün kötülediği bir takım zorba hükümdarlara ve zalimler güruhuna boyun eğmekten ve itaatten vazgeçiniz! Zira sizin onlara gösterdiğiniz itaat ve boyun eğme ne İslam'a ne de insanlığa uyan şeyler değildir. Dünya ve ahiret saadetiniz için Şeriat-i Ahmediye size iki yol gösteriyor; Birisi, hakiki halifeye tabi olmak, diğeri işlerin görülmesi için tesis-i cumhuriyet! Halbuki sizler bunların hiçbirisini yapmıyorsunuz. Evlat ve mallarınızı zalim bir hükümete teslime devam ediyorsunuz...(s. 80)

Kanun-ı Esasi gazetesinde 1896'lı yıllarda Hoca Muhyiddin Efendi tarafından kaleme alınan bu risalede söz medrese talebelerine getiriliyor ve aynı fikirler onlara da telkin ediliyor;

" Ey medrese talebeleri! Siz de artık dalkavukluğu bırakınız! Vaaz kürsülerine çıkıp "Allah'a itaat edin, resulüne itaat edin ve sizden olan ulu'l-emre itaat edin" ayetini okuyarak ahaliyi zalimlere itaate çağırmaktan vazgeçiniz! Böyle bir hatayı yapmaktan Allah ve resulünden haya ediniz! Dininizi dünyanıza değişmeyiniz! (s. 82) Elbette bilmiş ve anlamışsınızdır! Öyleyse bu zalim heriflere kavuk sallamaktan ve keyfi idarelerine hizmet etmekten vazgeçiniz ve milleti ya hakiki bir halifeye tabi olmaya veya tesis-i cumhuriyete ve usul-i meşverete şevk ve özendiriniz! Çünkü bu yoldaki teşviklerinizin şeriata uygun olduğunda şüphe yoktur. Zira şu risalemizde anlattıklarımızdan kesin olarak anlaşılmıştır ki İslamiyet adeta bir cumhuriyet demek olup Hazreti Resul-Ekrem (sav) ve gerek hulefa-i raşidin efendilerimiz kendi kendilerine hiçbir iş görmezler cümlesi cumhuriyet şeklinde birer idare teşkil ederek kendilerini o cumhuriyet idaresinin reisi mesabesinde bulundururlar idi. (s. 82-83) Bundan dolayı eğer siz milleti bir cumhuriyet teşkiline özendirirseniz Resul-i Ekrem ve halifelerinin mesleklerine halkı teşvik etmiş olursunuz ve bu teşvikten dolayı Allah katında sevap kazanırsınız. Eğer bunu yapmazsanız, bari milleti bir Meclis-i Mebusan teşkiline teşvik ediniz. Çünkü bu da şeriata aykırı bir iş değildir. Zira Meclis-i Mebusan demek, ümmetin faydasına olanı görüp gözetmek için kurulmuş bir cemiyet demek olup icrasına dinen memur olduğumuz müşavere-i ümmet ve şura-yı milletin diğer bir ismidir. ( s. 83) Demek oluyor ki bizim dahi yapmak istediğimiz Meclis-i Mebusan, bundan bin üç yüz sene evvel Medine'de Hz. Ömer tarafından uygulanmış bir şeydir ki; "Ashabım yıldızlara benzer, hangisine uyarsanız hidayete ererseniz" hadisi gereğince hidayet rehberimiz ve şeriat kaynağımızdır." (s. 83)

1897 tarihli "İstinsaf Risalesi"nde Mehmed Akif'in rüşdiyeden hocası Hoca Kadri Efendi (öl.1918) benzer şekilde Osmanlı ülkesinde ilga-yı saltanat ve usul-i meşveret talebinde bulunuyor. Mehmed Akif'le aynı kaderi paylaşarak II. Abdülhamid muhalifliğinden dolayı Mısır'a kaçan ve daha sonra Fransa'da vefat eden Hoca Kadri Efendi yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla görüşlerini İslam tarihinin derinliklerinden çıkarıyor.

Kendisini Müslüman ve Osmanlı olarak tanımlayan Hoca Kadri Efendi hissesine düşen dini vazifeleri ifa etmek üzere böylesi bir risale kaleme aldığını beyanla başlıyor. (s. 91) Hoca Kadri Efendi'ye göre her mümin Osmanlı Devleti'nin payidar olmasını ister. Her sadık Osmanlı, kötü idarenin tedavi edilmesini ister. Bu nedenle Avrupalıların müdahalesine mahal bırakmadan, Osmanlının kendi işlerini kendisi yoluna koyarak, devletin bekası ile milletin yükselişini sağlam esaslara bağlaması gerekmektedir. (s. 91)

Hoca Kadri'ye göre İslami hükümet aslında şûradır. Asr-ı saadette hükümet reisi seçimle tayin olunuyordu. Muaviye ile resmen başlayan sultanlık (velayet-i ahd) olmasaydı kıyamete kadar belki de meşveret sistemi yürürlükte olacaktı. Muaviye'den bu yana veliahd tayini meşveretin yerini almıştır. Osmanlı'da da aynı adet cari olagelmiştir. (s. 130) Hoca Kadri'ye göre başa geçme her ne suretle olursa olsun hükümdar ümmetin ileri gelenleri ile istişareye mecburdur. "Nübüvvet nuru ile eşyanın hakikatlerine muttali olan peygamberimiz bile ashabıyla meşverete memur olduktan sonra sıradan insanlardan farkı olmayan padişah naklen ve aklen meşverete mecbur, keyfi hareketlerinden de mesuldür." (s. 131)

Hoca'ya göre "usul-i İslamiyeden olan meşverete dayalı Avrupa hükümetlerinin nasıl ilerlediği meydandadır. Devletimizin de hükümet şeklini meşverete dayandırması bekası için mutlaka gereklidir. Meşveretin şeklince Avrupalılara muhalif olunabilirse de aslınca muhalefet caiz değildir. Çünkü aslı usul-i İslamiyedendir. İslami hükümetin en temel amacı adaletin icrasıdır ki bunun en büyük kefili meşverettir. Onun değişik şekilleri olabilir. Hükümet reisi icma-ı ümmetle seçilir." (s. 131)

Hoca Kadri'nin zihin dünyasında meşveretin, Avrupalıların cumhuriyet ve demokrasi adını verdikleri sistem olduğu anlaşılıyor. Çünkü meşveretin "Avrupalılarca" uygulanmasını olumlu buluyor ve bunun esasının usul-i İslamiyedeki meşveret kaidesi demek olduğunun altını çiziyor. Hatta Hoca Kadri meşveretin şekli üzerinde de teknik bazı ayrıntıları tartışıyor. Meşveretin doğrudan mı yoksa temsili mi olması gerektiği konusunda görüş açıklıyor. Doğrudan olursa nasıl olur, temsili olursa nasıl olur bunların neden ve sonuçlarını irdeliyor. (s.131)

Hoca Kadri Efendi'ye göre özgürlük (hürriyet) de şeriatın Allah'ın kullarına bahşettiği en temel insan haklarından birisidir. Vakt-i saadette Arapların nail olduğu insani özgürlük birleşmelerine ve yükselmelerine sebep olmuştur. (s. 131)

Tunuslu Hayreddin Paşa (öl.1890), Akvemu'l-Mesalik'te ileri sürdüğü fikirlerin sadece bir ülke için değil bütün İslam ümmeti için geçerli olduğunu söyler. Hayreddin Paşa'nın bu eserinde Avrupa devletlerinin siyasi, ekonomik, askeri vb. özelliklerinin ve üstünlüğünün anlatımı büyük yer tutar. Paşa, eserin daha ilgi çekici ve önemli olan mukaddime bölümünde siyasi fikirlerini açıkladığı gibi Avrupa uygarlığı ile İslam dünyasını karşılaştırarak Müslümanların eski üstünlüklerini tekrar kazanabilmelerinin çarelerini araştırır. Yeni dünya şartları içinde pratik teklifler ileri sürer. Halka itimat telkin eden sağlam bir idare tarzı ile amaca ulaşmak ister. Avrupa'nın iklimi, dini veya toprağı sayesinde üstün duruma gelmediğini belirten Hayreddin Paşa, Avrupa'yı yükselten şeyleri iyi öğrenmek gerektiğini söyleyerek maddi kudretin eğitime, eğitimin de siyasi kurumlara dayandığını, Avrupa'nın güç ve refahının esasını adalet ve hürriyete dayalı siyasi kurumların oluşturduğunu, bu kurumların en önemlilerinin parlamento, parlamentoya karşı sorumlu hükümet ve hür basın olduğunu kaydeder; bunlar olmadan maddi refahın mümkün olmayacağını savunur. Parlamento ile basın kuruluşlarını İslam'ın meşveret sistemine benzeten Hayreddin Paşa, parlamentonun İslam'da "ehlü'l-hal ve'l-akd" denilen ulema ve ayanın yerini tuttuğunu söyler. Hayreddin Paşa'ya göre Avrupa'dan kimi politik, idari, sosyal ve ekonomik kurumların alınmasının bir mahsuru yoktur. Ona göre İslam zaten buna cevaz vermiş, tarihimizde bunun bir çok örneği görülmüştür. Ancak Avrupa'dan gelecek olumsuz etkilenmelere karşı da dikkatli olunmalıdır. Avrupa'nın bu konuda bize ters gelmeyecek sistem ve modellerinden faydalanarak İslam ümmetinin kendi yenileşmesini gerçekleştirmesi ve bu suretle batıya karşı durması mümkündür. Paşa'ya göre esasen şeriatımız, değişen şartlara ve toplumsal ihtiyaçlara uygun olarak, kesin biçimde yasak edilmeyen her şeyin alınmasına cevaz vermiştir. Bu, ilerlemek ve tarihin gerisinde kalmamak için zorunludur.

Cumhuriyet düşüncesinin son dönem Osmanlı zihin dünyasında şekillendiği en önemli odaklardan birisi de Efgani-Abduh ekolüdür. Cemaleddin Efgani'ye (öl. 1898) göre tekrar diriliş için ümmetin ilk doğuş yıllarındaki kaynaklara, anlayışa ve dini asabiyete dönüş kaçınılmazdır. Devletler özgürlüğü, adaleti ve meşveret prensiplerini esas almalıdırlar. Din, hurafelerden temizlendiği gibi devletler de istibdat ve zulümlerden arındırılmalıdır. Kanunlar sultanların iradesiyle değil halkın hür iradesiyle yapılmalıdır... İslam Birliği kurulmalıdır. Önce Osmanlı Hilafetine bağlı olarak Anadolu, Balkanlar, Yemen, Hicaz, Ortadoğu gibi on kadar eyaletin katılacağı bir birlik oluşturulmalı, sonra Afganistan, İran ve Hindistan'ın da katılımıyla İslam Birliği'ne geçilmelidir.. Bu hedefi gerçekleştirecek üç temel faktör Müslümanlarda mevcuttur; din bağı, hacc ve hilafet. Bunlar harekete geçirilmeli, İslam Birliği'ne giden yolda birer araç olarak iyi kullanılmalıdır. Zira bu özellikler birliği sağlayıcı araçlar olarak başka milletlerde neredeyse yoktur.

Muhammed Abduh'a (öl. 1903) göre İslam'ın siyaset anlayışı teokrasi ve laiklikten farklıdır. Teokrasi, ortaçağ boyunca kilisenin Tanrı'dan aldığı yetkiyle insanların hayatına sorgusuz sualsiz hükmettiği bir yönetim anlayışıdır. Laiklik ise toplum hayatını dinin düzenlemesine izin vermez. İslam'da din adamı ve ruhani lider yoktur, devlet adamı da yetkisini Allah'tan almış değildir. İslam'da devlet başkanı iktidarını ümmetten meşveret yoluyla alır ve onun denetimine tabidir. Devlet başkanının vazife alanı ise Allah'a yönelik iman ve ibadetler değil, dünya hayatına ait düzen ve ilişkilerdir. Şu halde hilafet dini değil dünyevi bir iktidardır. İslam, devlet yönetimi ile ilgili olarak kanunla sınırlanan, danışmaya (meşveret) önem veren, ümmetin yönetimi denetleme ve doğruya yönlendirme vazifesinin olduğu bir yönetim istemektedir. Mutlakıyeti ve istibdadı reddetmektedir. Bu yönetim ilkelerinin nasıl uygulanacağını ise zamanın şartlarına ve gelişmelere bırakmıştır...

Reşit Rıza (öl. 1935) ise 1906 tarihli Menar dergisinde yayınlanan bir yazısında şunları söylemektedir;

"Dinden uzaklaşmanın sebep ve tezahürlerinden ilki "tevhid" akidesini unutup tarikatlar, batıl inançlar yoluyla bir tür şirke düşmeleri ve akılcı yoldan uzaklaşmalarıdır. İkincisi ise sorumsuzluk (la-yüs'el) statüsüne çıkarılan padişahların dinin emrettiği ve peygamberle sahabesinin uyguladığı, "meşveretten" uzaklaşıp, monarşik (şahs-ı vahidin mücerred rey-i müstakilli ve müstebidane hükümet etmesi) yollarını tutmasıdır..."

Reşit Rıza'ya göre İslam'da halkın üzerinde dilediğini yapan (fa'alün ma yurid) Allah'tan başka kimsenin padişahlık, sultanlık etmeye hakkı yoktur. Bu din dairesinde verilecek cümle hükümler ulu'l-emr beyninde meşverete tabidir. (s.360) Ona göre Müslümanlar tevhid itikadından putperestliğe dönmemişler fakat, Kur'an'ın meşveret emrinden kolaylıkla ayrılarak monarşik saltanatçılığa dönmüşlerdir. Tarih boyunca bu tür müstebit idarelerle mücadele edenler olmuşsa da genellikle başarısız olmuşlardır. (s. 361)

Reşit Rıza'nın doğrudan saltanat karşıtı ve meşveret yanlısı görüşlerini sadece sözde bırakmayıp, böylesi meşverete dayalı idarenin kurulması için bir takıp projelendirme faaliyetlerini de savunduğunu görüyoruz. Ona göre meclis-i meşveret talebi ümmetin kamuoyu gücüyle zorba sultanlara dayatılmalıdır. Bunun için cemiyetler kurulmalıdır. Devlet ricalinin zulmünden ve baskısından korkulmamalıdır, mücadele edilmelidir. Osmanlı, Hind, Fars ve Mısır uleması açıkça meşveret talebinde bulunmalı, meydana atılmalıdır. Bu düşünceler sadece lafla hayata geçecek değildir.

Said Halim Paşa (öl. 1921) "İslamlaşmak" tabirini özellikle kullanmakta, bununla düşündüğü sosyal ve siyasal kurtuluş projesini kastetmektedir. Paşa'ya göre İslamiyet'in kendine has bir inancı, bu inanç üzerine kurulmuş bir ahlakı, ahlakından doğan sosyal hayatı ve netice olarak da bu hayatın gerekli kıldığı siyaset anlayışı vardır. İslam, kusursuz bir bütün teşkil eden bu esasları bakımından mükemmel ve son olgunluğa sahip bir "insanlık dini"dir. Said Halim Paşa "İslamlaşmak" derken işte bu esasların topyekün tatbik edilmesini anlatmaktadır. Buna göre Said Halim Paşa'nın bakışıyla İslamiyet'in siyasi görüşleri şu şekilde özetlenebilir;

"Herkesin özgür olması demek herkesin eşit olması demektir. Özgürlük ve eşitlik ise birbirimize sevgi ve yardımlaşmayı doğurur. Özgürlük (hürriyet), eşitlik (musavat) ve yardımlaşma (tesanüd) İslam ahlakının temel düsturlarıdır. Şu halde İslam'ın cemiyet ahlakı hak, adalet, eşitlik, özgürlük ve dayanışma üzerine bina edilmiştir. Toplumumuzda üst tabakanın demokrat, alt tabakanın ise aristokrat yönlerini güçlendirmek lazımdır... Hakimiyet millete ait olduğu için, yüce mevkiler millet tarafından verilir ve gerekirse geri alınır. Bu hakimiyeti kullanan hükümdar ise o mevkie layık olduğu sürece milletin temsilcisi olarak kalır. Hükümdarın kendisi de şeriata göre hareket etmek mecburiyetindedir. Şeriat kâinatı kucaklayan yüce hakikatin insanlığa ait olan kısmıdır. Milli hakimiyet iradesine, tezahürlerine ilham veren, onu sevk ve idare eden bu ilahi hakikattir. İslami hakimiyet şeriatın sadık bir hizmetkârı olduğu gibi şahısların özgürlüğüne ve eşitliğine son derece saygı göstermek mecburiyetindedir. Bunların neticesi olan sosyal dayanışma ve yardımlaşmayı korumakla mükelleftir..."

Said Halim Paşa'nın İslamlaşma projesi görüldüğü gibi, bir İslami yenileşme öngörmektedir. Kesin bir dille batılılaşmaya karşı çıkan Paşa, bu yolu Türklerin İslam'dan ikinci uzaklaşmaları olarak görüyor. Ona göre birinci uzaklaşma Arap, Fars ve Hint eski kültürlerine kendimizi kaptırmakla olmuştur, şimdi de batıya kapılarak kendimizi İslam'ın yüce ve üstün değerlerinden mahrum bırakıyoruz. Oysa yapılması gereken her türlü etkiden uzak gerçek bir "İslamlaşma"dır.

Said Halim Paşa hem "müstebit" olarak andığı II. Abdülhamit yönetimine hem de Kanun-i Esasi fikriyle ortaya çıkan Meşrutiyet idaresine karşı çıkar. Ona göre mutlakıyet İslam'ın ruhuna terstir, ancak körü körüne batı taklitçiliğiyle ortaya çıkan meşrutiyet idareleri de bizim bünyemize uymamaktadır. Paşa, batı hayranlığıyla yapılan yenilik ve ıslahatlara şiddetle karşı çıkmakta, öte yandan mutlakıyeti de eleştirmektedir;

"Bunca gayretlerimizin daima neticesiz kalması şunu gösteriyor; Memleketi yenilik ve ıslahat yoluna sokmak için yarım asırdan beri kabul ve tatbik etmekte olduğumuz metod yanlıştır. Düştüğümüz vahim hata ise şudur; Biz memleketimizin mesud olması için, Avrupa kanunlarını tercüme etmenin kâfi geleceğini zannettik. Bu kanunların bizde kabul ve tatbik edilmesi için ise yapılacak birkaç değişikliğin yeteceğini hayal ettik. Mesela adalet sistemimizi ıslah etmek için Fransa adalet sistemini aldık. Halbuki Fransa toplumu ile bizim toplumumuzun bünyesi aynı değildir. Keza eğitim sistemimizde de aynı şeyi yaptık. Hiç birinden de istenen sonuçlar alınamadı. İlginç olan şu ki hala bu yanlış metodu izlemeye devam ediyoruz..."

Seyyid Bey'in (öl. 1924) "Hilafetin Şer'i Mahiyeti" başlıklı risalesinden konu üzerinde uzun yıllardır (20-30 yıldır) araştırma yaptığını, İslâm'ın devlet felsefesi hakkında kafasında bir düşüncenin giderek şekillendiğini, meclisteki meşhur konuşmasını onu açıklamak için yaptığını anlıyoruz. Ne diyeceğini, nasıl diyeceğini, olayın büyük bir "inkılap" anlamına geleceğini çok iyi bilmektedir. Birilerinin dolduruşuna gelmek gibi bir lüksünün olamayacağının farkındadır. Bu açıdan Seyyid Bey'in duruşunu "batıcı laikler" ve "saltanatçı/hilafetçi gelenekçiler"den özenle ayırmak gerekir. Zira bu duruş -tabiri caizse- arada kaynayıp gitmiştir...

Seyyid Bey hilafeti, "dini" değil "dünyevi" bir mesele olarak gördüğünü söyleyerek konuya girer. Ona göre hilafet "itikadi" değil, millete ait "haklar" ve "kamu menfaatleri"ndendir. İtikadla ilgisi yoktur. Meselenin kelam kitaplarında geçmesinin sebebi akaidle ilgili bir mesele olarak görüldüğünden değil, sonradan ortaya çıkan bir takım hurafe ve batıl fikirleri iptal ve reddetmek içindir. Ona göre asr-ı saadetten sonra ortaya çıkan Şia fırkasının konuyu itikadi olarak ele alması, bunlara cevap vermek için Ehl-i Sünnet ulemasının da konuyu akaid kitaplarında işlemesine neden olmuştur.

Seyyid Bey'e göre hilafet "hükümet" demektir. Doğrudan doğruya "millete" ait bir iştir, zamanın gerektirdiklerine tabidir. Bunun içindir ki Hz. Peygamber vefat ettiğinde hilafet meselesiyle ilgili bir açıklama yapmamış, bu işi zamanın gerektirdiklerine bırakmıştır. Kur'an'da hükümet ve memleketin idaresi hakkında iki temel ilke vardır; "şûra" ve "ulu'l-emre itaat". Her ne kadar emanetleri "ehliyet" sahiplerine vermek ve "hak ve adalet" ile ilgili ayetler varsa da bunlar doğrudan doğruya idare tarzıyla ilgili değildirler, konuyla "ikinci dereceden" ilgilidirler. Keza Kur'an'da geçen "halife" ve "imam" tabirleri de Hz. Peygamber hakkında veya sonra gelecekler hakkında değil, Hz. Peygamberden önceki peygamberlerle ilgilidir. Bir ayette "Ey Davud, biz seni yeryüzünde halife kıldık, öyleyse insanlar arasında hak ve adaletle hükmet" buyurulmuştur. Buradan anlaşılmaktadır ki hilafetten maksat "adaletin" dağıtılması ve yaygınlaştırılması, hakka saygı duymak, haklıya hakkını vermek, batılı ortadan kaldırmak ve insanların hakkını korumaktır. İşte halifenin vazifesi bu maksat ve gayeyi elde etmek için çalışmaktır. Zaten hükümetin vazifesi de bundan başkası değildir. Yine Hz. İbrahim için Kur'an "imam" tabirini kullanır. Seyyid Bey Allah ile Hz. İbrahim arasında geçen "manevi" konuşmada Hz. İbrahim'in "Benim neslimden de imam yap" demesi üzerine Allah'ın "Benim ahdim ve emanetim zulmedenlere asla ulaşmaz" buyurduğunu hatırlatır. Buradan şu sonucu çıkarır; Demek ki Allah katında zulüm ve yolsuzluktan ibaret olan mülk ve saltanat asla meşru değildir.

Seyyid Bey'e göre halife daha özel, imam daha genel bir tabirdir. Yani her halife imamdır, fakat her imam halife değildir. Halifelere imam dendiği gibi gerçekten halife olmayan padişahlara da imam denilmektedir. Seyyid Bey'e göre sahabe Hz. Peygamberin vefatından sonra kimin ümmetin başına geçeceği konusunda ihtilaf etmiştir. Bunun sebebi Hz. Peygamberin bu konuda susmuş olmasıdır. Zira Hz. Peygamber hilafet meselesini ümmete bırakmıştır;

" Hilafet meselesi öyle zannedildiği gibi dini meselelerden değildir, siyasi bir meseledir; zaman, örf ve adete göre değişir, zamanın gerektirdiği şeylere tabidir. Onun için Hz. Peygamber efendimiz demin söylediğim gibi hilafet meseleleri hakkında susmayı tercih buyurmuşlardır."

Seyyid Bey Hz. Peygamberin vefatından sonra gelişen siyasi olayları Beni Sakife'den itibaren ayrıntılarıyla anlatır. Sonunda gelmek istediği nokta ne Kur'an'da, ne hadislerde, ne de sahabelerin sözlerinde hilafet meselesi hakkında aranan meselelerin bulunamayacağını ispat etmektir. Böylece Seyyid Bey hilafet işinin zamanın gereklerine bırakıldığını, Müslümanların oturup bu konuda en uygun olanı kendilerinin yapması gerektiğini anlatmak ister. Seyyid Bey "raşid halifeler" ve "kahreden sultanlıklar" diye ikiye ayırarak tahlil ettiği İslâm tarihindeki siyasi gelişmeleri, hilafet tartışmalarını, halifede aranacak şartlar vs. gibi konuları örneklerle uzun uzun anlatır.

Seyyid Bey'e göre "gerçek hilafet" asıl hilafettir ki, raşid halifelere mahsus idi ve geldi geçti. "Şekli hilafet" ise raşid halifelerden sonra gelen halifelerin hilafetidir ki kahreden sultanlıktan başka bir şey değildir ve dinen gayet kötülenmiştir. Şu halde gerçek hilafet gelip geçtiğine, ortalıkta hilafetin şekli kaldığına göre, artık aranan şartlara uyacak bir halife bulunamayacak demektir. Bu durumda halife tayin etmek nasıl caiz olabilir? Artık olsa olsa asayişi temin edecek, milletin maslahatlarını gözetecek bir hükümet zaruri olabilir.

Halifenin olmamasının siyasi mahzurlarından bahsedilmektedir. Oysa Seyyid Bey'e göre bu da sorun olmayacaktır. Çünkü şu an İslam dünyasında Osmanlıyı halife olarak gören doğru dürüst bir ülke yoktur. Bizde halife olsa da olmasa da zaten tüm dünya Müslümanlarıyla dayanışmak, yardımlaşmak zorundayız. Bunun için halifenin olması şart değildir.

Öte yandan "cuma ve bayram namazlarının ifası için halife lazımdır" şeklinde itirazlar yapılmaktadır ki bu da doğru bir görüş değildir. Çünkü Seyyid Bey'e göre cuma ve bayram namazları kılmak için halifenin izninin şart koşulması, hutbe için izin alınması, herkese açık bir camide kılınması, hac için halifenin emir tayin etmesi, hutbede halifenin isminin okunması gibi hususları yerine getirmek için adı "halife" olan bir kişi veya adı "hilafet" olan bir kurum şart değildir. Çünkü bunlar zamanın gereklerine göre geliştirilmiş siyasi, idari düzenlemelerle, asayiş ve inzibat meseleleridir. Bu tür şartlar cuma ve bayram namazlarının daha düzenli ve tertipli kılınması, hac işlerinin asayiş içinde ifa edilmesi için konulmuş bir takım kurallardır...

Peki, Seyyid Bey'in, hilafetin (ve saltanatın) yerine düşündüğü, "meşveret ve ulu'l-emre itaat"tan oluşan, Kur'an'ın "birinci derecedeki" yegane "iki düsturuna" dayalı idare tarzı nasıl bir şeydir? Bunu daha iyi anlamak için sözü doğrudan Seyyid Bey'e bırakalım ve meclis tutanaklarından dinleyelim;

" ... İşte efendiler Ali Sururi Beyefendi'nin sormak istedikleri mesele budur; Fakihler yani İslâm hukukçuları "Halife milletin vekilidir" derler. Çünkü millet kamu velayetini ona devretmiştir. Seçim yoluyla devretmiştir. Millet onu seçmeseydi, o kamu velayetine sahip olamazdı. Onun için millet, o kamu velayetinin sahibidir ve aslıdır. Kamu işlerinde tasarruf kendisine aittir. Fakat kendi işlerini bizzat kendisi icra etmeyip o icrayı seçim ve biat yoluyla halifeye devretmiş. İşte bu şekilde halife kamu velayetine İbni Hümam'ın dediği gibi kamu tasarrufuna hak kazanmıştır. Ondan dolayıdır ki ümmetin fertleri üzerinde tasarruf hakkına sahip olmuştur ve yine ondan dolayıdır ki halife milletin vekili olmuştur. Sonra burada bir kaide var; o da vekalet kaidesinden çıkıyor, o da şudur; Vekalet bazen mutlak (kayıtsız şartsız) olur, bazen de mukayyed (kayıtlı şartlı) olur. Çünkü bir kimse diğerini vekil tayin edeceği zaman dilerse kayıtsız, şartsız şekilde vekil eder, istediğini yap der, buna vekalet-i mutlaka denir; dilerse vekilin yapacağı işleri tayin eder, bazı kayıt ve şartlara tabi kılar. Buna da vekalet-i mukayyede denir. Bu durumda şartsız ve şartlı vekillik, vekaleti verenin hakkıdır. Ona kimse bir şey diyemez. Çünkü o kendi sahip olduğu velayeti vekiline veriyor. Nasıl isterse öyle verir, bu onun hakkıdır. Şu halde, bu kaide hilafette de geçerlidir. Millet dilerse halifeyi mutlak bir şekilde seçer, onun hiçbir tasarrufunu kayıt altına almaz, mukayyetleştirmez. Dilerse millet halifenin tasarruflarını bazı kayıt ve şartlara tabi tutar. Bu durumda da hükümet-i mukayyede olur. İşte meşruti hükümet denilen hükümet bu tür bir hükümettir. Millet hiçbir kişiye vekalet vermez, yani ne bir halife, ne bir imam seçmezse hilafet yok demektir. O vakit de cumhuriyet olur. Buna ne mani vardır? Millet, "Kendi işimi ben yapacağım, neden bana zorla başkası yaptırsın" derse niçin caiz olmasın? Millet diyor ki; "Hayır kendi işimi ben göreceğim, ne zaman aciz olursam o vakit halife veya imam adıyla başkasını vekil tayin ederim. Fakat şimdi ben elhamdulillah aciz değilim, rüşdümü elime geçirdim. Vekile ihtiyacım yoktur. Milletler için en faydalı hükümet şekli demek olan cumhuriyet ve meşveret usulüyle kendi işimi kendim göreceğim." O halde buna kim ne der? Kimse bir şey diyemez. Çünkü hak milletindir..! (Alkışlar!)

Kur'an'ı Kerim de bunun olduğunu açıkça denilecek şekilde işaret ediyor; "Müslümanların işleri aralarında meşveretle görülür" diyor... (Alkışlar!)

İşte bakınız mesele bu kadar basitleşti. Döndü dolaştı basit bir hukuki mesele oldu. Bu, çocukların bile anlayacağı bir mesele oldu. Bunu büyütmek ve buna başka türlü manalar vermek, hurafe ve masallara kadar gitmek ve korkunç bir hale koymakta ne mana vardır? Evet bunun manası vardır, o da görenektir. Efendiler, görenektir! Kafalar alışmış, gözler alışmış, zihinler alışmış, başka bir şey değil..."

Seyyid Bey'in bu konuşmayı yaptığı yılın 1924 yılı olduğu düşünülürse onun ne yapmak istediği daha iyi anlaşır. Üstelik Seyyid Bey bu düşüncelere uzun yıllar süren araştırmalar sonucunda ulaştığını söylemektedir.

"İşte efendiler, hilafet ve İslâmiyet hakkında bildiğimi, anladığımı size söyledim. Bu yirmi otuz senelik uzun ve yorucu senelerin mahsulü olan çalışma ve araştırmalardır... Sözlerimde asla bir riyakârlık, bir gizli maksat yoktur. Bildiklerimi tam bir samimiyetle size arz ettim. Maksadım muazzez dinimin hakikatlerini olduğu gibi bildirmek, bu suretle İslamiyet'i dost ve düşmana karşı yüceltmektir..."

TBMM'deki saltanat ve hilafetin kaldırılması tartışmalarında, saltanatı savunan Hoca Şükrü Efendi'ye karşı yayınlanan Siirt Mebusu Hoca Halil, Muş Mebusu Hoca el-İlyas ve Antalya Mebusu Hoca Rasih üçlü imzalı Seyyid Bey çizgisindeki bir başka risalede dikkat çekicidir.

Risalede İslam'da saltanatın nasıl ve ne şekilde başladığı tarihi olaylar tanık gösterilerek anlatılır. Emevi dönemine kadar geri gidilerek İslam'da saltanatın veraset (irs) üzerine kurulmuş bir hilafet olarak Muaviye tarafından icat edildiği dile getirilir.

Risaleye göre İslam'da hükümet dört-beş civarında esasa dayanmaktadır; Birincisi emanetlerin ehline verilmesi, ikincisi hükümetin İslami olması, üçüncüsü meşverete dayalı olması, dördüncüsü ise eşitliktir. (s. 316-317)

Risalede ayet, hadis ve tarihi rivayetlerle desteklenen bu ilkelerin ne manaya geldikleri ise şöyle yorumlanıyor; Aslolan adalettir, adalet dışında bir hükümet teşkil edilecek olsa, o hükümet meşru olmaz. (s. 316) Meşveret, umumun görüşleri ve ulusal egemenlik anlamına gelir. İslamiyet veraset yoluyla saltanat adıyla bir hak tesis etmemiştir. Dolayısıyla, Muaviye'nin teşkil ettiği veraset yoluna dayalı Beni Umeyye hilafeti ve diğer halifeler de meşveret esasını ihmal ettiklerinden birer saltanattır, ilk ve ortaçağ usullerine benzer bir imparatorluk örneğidir. (s. 316-317) Şahsi saltanat ve ilga edilmiş olan Kanun-i Esasi'nin beşinci maddesi gereğince, bir padişahın sorumsuz ve mukaddes kabul edilmesi İslam'daki eşitlik ilkesi gereği meşru değildir. (s. 317)

Risaleye göre İslami hükümet ancak bu esaslara dayanabilir. Bunlardan yalnız birinin tasvip edilerek, diğerlerinin ihmaliyle hükümet teşkili İslamiyet'e aykırıdır. "Meşruti, mutlak veya cumhuri olsun, adalete dayalı oldukça her hükümet meşrudur" çerçevesinde bir görüşe tesadüf edilse de bu görüş apaçık ayetlere aykırıdır. (s. 317) Bu çerçevede teşkil edilen "Türkiye Büyük Millet Meclisi Devleti" kendine saygı duyulması gereken, yüce şeriata tam anlamıyla uygun bir devlettir... (s. 319)

Buraya kadar özetleyerek aktardığımız bu görüşler son dönem Osmanlı dini çevreleri ve İslamcılarının saltanat ve cumhuriyetle ilgili fikirleri hakkında bir ipucu verecek sarahattedir. Bu fikirlerin esas itibariyle Cumhuriyet öncesi dini muhayyilenin ürünü oldukları unutulmamalıdır. Bu noktada ister istemez akla "Acaba Cumhuriyet İslamcı bir proje miydi?" sorusu gelmektedir. Çünkü İslam siyasi düşünce tarihinde, Muaviye'den beridir üzerine toprak da örtülse güçlü bir saltanat karşıtı damar vardır. Öyle görünüyor ki bu muhayyile gücünü bu dahili damardan almaktadır. Yukarıdaki simaların görüşleriyle bin sene önce yaşamış Mutezili düşünür Kadı Abdülcebbar'ın (öl. 415/1025) "Kitabu'l-İmame"sindeki görüşleri karşılaştırırsanız büyük oranda örtüştüklerini görürsünüz.

Ele aldığımız bu kuşaktan bazı simaların vefat şekilleri de dikkat çekicidir. Hoca Muslihuddin 1930'da, Hoca Mehmed Kadri Rasih on iki yıl Mısır'da sürgünden sonra Paris'te 1918'de, Filibeli Ahmed Hilmi 1914'te aniden, Said Halim Paşa 1920'de bir suikast sonucu, Seyyid Bey Cumhuriyetin ilk adalet bakanlığı görevinden tasfiye edildikten sonra 1924'de ani bir ölümle vefat etmişlerdir. Bu açıdan akıbetleri trajik ve dramatiktir.

Cumhuriyete Devreden Miras

1923 yılında ilan edilen Cumhuriyetin "dini bir iradenin" meşruiyeti üzerine yükseldiği aktarılan görüşlerden bile anlaşılmış olmalıdır. Nitekim M. Kemal Paşa'nın Cumhuriyetin ilanı öncesindeki günlerde üzerinde çalıştığı en önemli kitap bugün Anıtkabir arşivinde bulunan, kenarları M. Kemal Paşa'nın el yazısı notlarıyla doldurulmuş Filibeli Ahmed Hilmi'nin "Tarih-i İslam"ıdır. Keza Çanakkale savaşında İslam dünyasının dört bir yanından toplanarak gelmiş elli bin "medrese talebesinin" şehit olduğu unutulmamalıdır. Cumhuriyete devreden mirasın içinde sosyal ve kültürel olarak neyin yattığı iyi bilinmek durumundadır...

Yukarıdan beri aktarılan görüşler 1920-1924 arasındaki dönemde yeni devletin resmi metinlerine şu şekilde tesir ve nüfuz etmiş görünüyor.

(1920) " Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin, bir kere seçilen üyeleriyle İstanbul Meclis-i Mebusan'ından katılan üyelerden oluşmasına karar verildi."

(1921) "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulü halkın geleceğini bizzat kendisinin belirlemesi esasına dayanır (mad. 1). Yürütme gücü ve yasama yetkisi milletin yegane ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi'nde belirir ve toplanır. (madde. 2) Büyük Millet Meclisi vilayetler halkınca seçilmiş üyelerden oluşur. (madde. 4) Şeriat hükümlerinin uygulanması, genel kanunların çıkarılması, değiştirilmesi, yürürlükten kaldırılması, anlaşma ve barış imzalanması ve ülke savunması gibi temel görevler Büyük Millet Meclisi'ne aittir. Kanun yapımında halka yararlı olan, zamanın ihtiyaçlarına uygun fıkıh ve hukuk hükümleri ile adap ve muamelat esas kabul edilir (madde. 7).

(1922) "Osmanlı İmparatorluğunun sona erdiğine ve Büyük millet Meclisi Hükümeti oluştuğuna ve yeni Türkiye Hükümetinin Osmanlı İmparatorluğu yerine geçtiğine, onun milli sınırlar dahilinde yeni varisi olduğuna ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile egemenlik hakkı millete verildiğinden, İstanbul'daki padişahlığın sona erdiğine ve tarihe intikal ettiğine ve İstanbul'da meşru bir hükümet olmayıp İstanbul ve civarının Büyük Millet Meclisi'ne ait olduğu, dolayısıyla oraların yönetiminin de Büyük Millet Meclisi memurlarına devredilmesine ve Türk Hükümetinin meşru hakkı olan Hilafet makamını esaret altında olduğu yabancılardan kurtaracağına karar verildi"

(1922) "Hilafet, hanedan-ı al-i Osman'a ait olup Halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, bu hanedanın ilmen ve ahlaken en üstün olanı seçilir. Türkiye Devleti Hilafet makamının dayanağıdır" (mad. 2)

(1923) "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulü halkın geleceğini bizzat kendisinin belirlemesi esasına dayanır Türkiye devletinin hükümet şekli Cumhuriyettir (mad. 1). Türkiye Devleti'nin dini, din-i İslam'dır. Resmi lisanı Türkçe'dir. (mad. 2)

(1924) "Halife tahttan indirilmiştir. Hilafet hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen içkin olduğundan hilafet makamı kaldırılmıştır.

(1924) "Türkiye devleti bir Cumhuriyettir. Türkiye Devleti'nin dini, din-i İslam'dır; resmi dili Türkçe'dir; makarrı Ankara şehridir. (mad. 2) Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir (mad. 3) Türk milletini ancak TBMM temsil eder ve millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır. (mad. 4)

Birinci Cumhuriyetten İkinci Cumhuriyete

1920-1924 arasında teşekkül ettiği şekliyle Cumhuriyetin ana karakteri böyleydi. Biz buna 1924'ten sonraki tasfiyeler ve köklü değişikler sebebiyle "Birinci Cumhuriyet" diyoruz. Bu tarihten sonra 1928, 1931, 1934, 1937, 1945 müdahaleleriyle birlikte "İkinci Cumhuriyet"in inşa edildiğini görüyoruz. 1924'ten önce sade ve yalın bir şekilde anayasal bir kavram olarak kullanılan "Cumhuriyet", bu müdahalelerle CHP'nin altı oku ile nitelendirilmiştir. 1924'ten önce "varlık" olarak kabul edilen Cumhuriyet, 1924'ten itibaren "mahiyete" büründürülmüştür. Oysa aslolan mahiyet değil varlıktır. Mahiyet, siyasi düşünce hareketlerine (partilere) bırakılmalıydı. Hatta anayasaya karakterini veren ikinci maddedeki "Din-i İslam" tabiri dahi bir tür mahiyet önerdiği için siyasi düşünce hareketlerine bırakılmalıydı. Cumhuriyet her tür nitelemeden arındırılmış olmalıydı. Devletin güvenlik güçleri Cumhuriyetin "varlığını" savunmalıydı, "mahiyetini" değil. Zira "kurucu efsanenin" ve "büyük uzlaşmanın" sürdürülebilmesi ancak bu şekilde mümkündür.

1945'lere gelindiğinde anayasaya karakterini veren yukarıdaki ikinci madde şu hale gelmişti; "Türkiye devleti milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve devrimcidir. Devletin dili Türkçe'dir. Başkenti Ankara'dır." 1961 anayasası ile madde şu şekli aldı; "Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti..." 1982'de ise şöyle oldu; "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti..."

1928'den önce meclise iltihak edenler şöyle yemin ediyorlardı; "Vatan ve milletin saadet ve selametine ve milletin bilakaydu şart hakimiyetine mugayir bir gaye takip etmeyeceğime ve Cumhuriyet esaslarına sadakatten ayrılmayacağıma "Vallahi..." 1928 tarihli değişikle milletvekilleri "Allah üzerine" değil "namusum üzerine" diyerek yemin etmeye başladılar. Keza 1928'den önce TBMM'nin görevleri arasında "şeriat ahkâmının uygulanması" da vardı.

En son şekliyle artık Meclis yemini şöyle oldu; " Devletin varlığını ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik, laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim"

1924 anayasasındaki milletin egemenliğini ancak "Meclis" eliyle kullanılacağı hükmü 1961 anayasasında şu şekilde değiştirildi; "Millet egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır..." 1972'de general Muhsin Batur, Demirel'e karşı yaptıkları darbeyi, kendilerinin de anayasal bir "yetkili organ" olduklarını ileri sürerek bu maddeye dayandırmıştı.

Cumhuriyet İslamcı Bir Proje miydi?

Görülüyor ki Osmanlıdan Cumhuriyete devreden miras köklü değişikliklere uğramıştır. 1924'ten sonraki süreçte Cumhuriyetin İslamcı köklerinin bir bir tasfiye edildiği gün gibi aşikardır. Bu süreçte dönemin İslamcı düşünürlerini, "Bir İngiliz tezgahı olan saltanatın/hilafetin kaldırılması projesine alet olmakla" suçlamak insafsızlık olacaktır. Blunt ve Birdwood gibi Osmanlı Hilafetini İngiliz çıkarlarına aykırı gören İngiliz yazarların yanı sıra, Redhouse ve Badger gibi Osmanlı Hilafetinin devamını İngiliz çıkarlarına uygun görüp savunan İngiliz yazarlarının bulunması böylesi bir görüşü daha baştan temelsiz bırakır. Bilakis saltanatın/hilafetin kaldırılıp Cumhuriyetin kurulması tabii bir süreç olarak görülmelidir. Cumhuriyete geçiş, Emevi, Abbasi, Osmanlı tarihsel tecrübelerinin ardından zaten olması gerekendi. Üstelik 1350 yıl gecikmişti bile. Cumhuriyet düşüncesini bu gecikmiş hesaplaşmanın Osmanlı'daki ifadesi, tarih boyunca üzeri örtülmüş "dahili damarın" gün yüzüne çıkması olarak okumak gerekir. Hatta sırf bu bakımdan "Cumhuriyet aslında İslamcı bir projeydi" demek bile mümkündür.

Bizans, esas itibariyle İstanbul'un fethiyle yıkılmış değildir. Daha bir müddet "Osmanlı"nın genlerinde yaşamış, ancak 19. yüzyıldan itibaren imparatorluk fikri çözülmeye başlayınca, Osmanlı'nın genleri içinde onunla birlikte çökmüştür. Çöken sadece Osmanlı değil, onunla birlikte tüm askeri tarım imparatorluklarıdır. Saltanat ve hilafet de Emevi-Abbasilerden beri askeri tarım imparatorluklarının dini-siyasi yorumudur. Onlarla birlikte bu yorum da tarihe intikal etmiştir.

İslam'ın ezeli ve ebedi yegane siyasi yorumu saltanat/hilafet olmak zorunda mıdır?. Müslümanların birlik sorununu imparatorluk formülü ile çözmek yegane model olabilir mi? İslam birliğinin federatif ve konfederatif Cumhuriyetler birliği şeklinde sağlanması mümkün değil midir? Ümmetin ortak "kriterler" etrafında toplanması ve Cumhuriyete geçmiş, bağımsız, demokratik Müslüman ülkelerin katılımı şeklinde oluşturulacak adil ve eşit birliktelik mümkün yegane model olarak görünmektedir. Kaybolmuş imparatorluk çağını ve onun dini-siyasi ifadesi olan saltanat/hilafet modelini geri getirmeye çalışmak abesle iştigaldir.

Sonuç olarak dönemin Cumhuriyet yanlısı İslamcı düşünürleri sürece kendi kulvarlarından olması gereken katkıyı sağlamışlardır. Her birinin trajik ve dramatik tasfiyesi onların suçu olmasa gerektir. Cumhuriyete bütünüyle kendi renklerini verdikleri de söylenemez. Bugün dahi olması gereken, Cumhuriyetin bütünüyle din rengine boyanması değil, bir "ortak iyi" damarı yakalayıp buradan inşa edici katkılar sağlamaktadır. Böylesi bir durum olayı aslına döndürecektir. Cumhuriyetin İslamcı köklerinin bilinmesi bunun için gereklidir. Ne yazık ki gelinen şu noktada bu damar yakalanabilmiş değildir. Cumhuriyete bütünüyle kendi rengini veren çevreler, söz konusu "ortak iyide" kendilerinin yok olup gideceği vehmine kapılmaktadırlar. Cumhuriyeti başkalarıyla paylaşmama gibi inhisarcı ve kıskanç bir tutum içindedirler. Cumhuriyetin varlığı ile mahiyetini özdeşleştirmekte, mahiyete itiraz edenleri varlığa itiraz etmekle suçlamaktadırlar. Oysa şu an varlık ortak miras, mahiyet ise CHP'nin altı okudur. Dolayısıyla Cumhuriyetin varlığı her tür saldırıya karşı ortaklaşa savunulmalı, şu anki mahiyeti CHP'ye devredilmeli, geliştirilmesi (mahiyete büründürülmesi) de siyasi düşünce hareketlerine (partilere) bırakılmalıdır... CHP de bu partilerden birisi olmalıdır. Aksi halde partilerin bir manası kalmamaktadır.

Varlık Cumhuriyetin esası, mahiyet arazıdır. Varlık sabit, mahiyet değişkendir. Gerçek bir Cumhuriyette partiler Cumhuriyete mahiyet (nitelik) verebilme gücü olan siyasi hareketlerdir. Varlık çerçevesinde kaldığı sürece her tür mahiyet renklilik, çokluk ve zenginlik olarak görülmelidir. Partilerin demokrasinin vazgeçilmez unsurları olması bunun için olsa gerektir. Cumhuriyetin bizzat varlığı paylaşma ruhunun ifadesi olarak doğmuştu. Cumhuriyetin ilk kuruluşu esnasında sağlanan büyük uzlaşma ve beraberinde gelen "kurucu efsanenin" dağılması, Cumhuriyetin tek yanlı müdahalelerle "tek tipçi" bir çizgiye kaydırılması zaten tüm Türkiye'nin sorunudur.

Türkiye'nin, tarihin şu deminde 1921 ruhuna ve bu ruhun ifadesi olan "kurucu efsanenin" tekrar sağlanmasına büyük ihtiyacı vardır.

Dipnotlar:

1-Prof. Dr. Suna Kili- Prof. Dr. A. Şeref Gözübüyük; Türk Anayasa Metinleri (Sened-i İttifaktan Günümüze), İş Bankası Kültür Yayınları, Yenilenmiş II. Bas., İst. 2000, s. 43 (Sadeleştirmeler bana ait. İ.E)
2-Hilafet Risaleleri (Haz. İsmail Kara) c.I, s. 16,
3-Hilafet Risaleleri, c. I, s. 16-17
4-Hilafet Risaleleri, c. II, s. 78-82
5-Hilafet Risaleleri; c. II, s. 82-83
6-Hilafet Risaleleri; c. II, s. 130-134
7-Hz. Ömer'in, İranlılar'dan "Divan" modelini alması meşhur bir örnektir.
8-Atilla Çetin; a.g.e., s. 60
9-Efgani; Hatırat; s. 222-225, Macit Fahri, s.301, DİA, c. 10, s. 462-463, Karaman, s.35, Urvetu'l-Vuska. s. 44-46
10-Karaman; a.g.e., s. 99 vd.
11-Hilafet Risaleleri; c. II, s. 356 vd.
12-Hilafet Risaleleri; c. II, s. 356 vd.
13-Said Halim Paşa; Buhranlarımız (haz. Ertuğurul Düzdağ) s. 201-205
14-Buhranlarımız; s. 201 vd.
15-Buhranlarımız,: s. 43-71
16-Kara; a.g.e., s. 180-181
17-"Onların işleri aralarında şura iledir" (Şura, 42/38)
18-"Allah'a, Peygamber'e ve içinizden emir (idare) sahibi kişilere itaat ediniz" (Nisa, 4/59)
19-Sad, 38/26
20-Bakara, 2/124
21-Kara; a.g.e., s. 183
22-Kara; a.g.e., s. 185
23-Kara; a.g.e., s. 185-198. Seyyid Bey'in "hilafet ve imamet" şartları ile ilgili tartışmaları anlatırken adını andığı tarihi kaynaklar şunlardır; Şafii fıkıh kitabı Minhac-ı Nevevi ve Muğni'l-Muntac, Hanefi alimi Sadru'ş-şeria'nın Ta'dilu'l-Ulum'u, Hanbeli İbni Teymiye'nin Minhacu's-Sünne'si, Eş'ari Ici'nin Şerhu'l-Mevakıf'ı, Eş'ari Taftazani'nin Şerhu'l-Akaid'i, Hanefi İbni Hümam'ın Müsayere'si, , Hanefi Cessas'ın Ahkamu'l-Kur'an'ı, Eş'ari filozofu Fahruddin Razi'nin Tefsir-i Kebir'i, Mu'tezili Zemahşeri'nin el-Keşşaf'ı, Hanefi Ömer Nesefi'nin Akaid-i Nesefiye'si, Cevdet Paşa'nın Tevarih-i Hulefa'sı.
24-Kara; a.g.e., s.188
25-Kara: a.g.e., s.198-200
26-Kara; a.g.e., s.209-213
27-Şura, 42/38
28-Kara; a.g.e., s. 207-208
29-Kara; a.g.e., s. 216-217

30-Osmanlı'dan Günümüze Siyaset ve Değer Tartışmaları ; haz. Ferhat Koca, Rağbet, İst.2000, s. 311
31-Can Dündar; Cumhuriyetin Kuruluş yılları ile ilgili belgesel.
32-TBMM'nin Süret-i Teşekkülü Hakkında Heyet-i Umumiye Kararı, 23.4. 1336 (1920), Prof. Dr. Suna Kili- Prof. Dr. A. Şeref Gözübüyük; Türk Anayasa Metinleri (Sened-i İttifaktan Günümüze), İB. Kültür Yayınları, Yenilenmiş II. Bas., İst. 2000, s. 95
33-Teşkilat-ı Esasiye Kanunu,20.11337 (1921) Türk Anayasa Metinleri, a.g.e., s. 100
34-Osmanlı İmparotorluğu'nun İnkıraz Bulup TBMM Hükümeti Teşekkül Ettiğine Dair Heyet-i Umumiye Kararı, Karar no; 307, a.g.e., s. 104
35-TBMM'nin Hukuk-ı Hakimiyet ve Hükümraninin Mümessil-i Hakikisi Olduğuna Dair Heyet-i Umumiye Kararı, Karar no; 308, a.g.e., s. 105
36-Teşkilat-ı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddının Tevzihan Tadiline Dair Kanun, Kanun no; 364, a.g.e; s. 112
37-Hilafetin İlgasına ve Hanedani Osmani'nin Türkiye Cumhuriyeti Memalik-i Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun, Kanun no; 431, a.g.e. s. 115
38-1924 Anayasası (Teşkilat-ı Esasiye Kanununu ve Değişiklikleri), Konun no; 491, a.g.e., s. 120
39-Anayasa; Resmi Gazate 15.1.1945-5905, a.g.e., s. 120
40-A.g.e. s., 123
41-1982 Anayasası; madde 81

recepihsan@yahoo.com

Yorumlar

Popüler Yayınlar